Son zamanlarda gezdiğim veya araştırdığım yerlerden beni en çok etkileyen Kapadokya oldu. Geç kalınmış bir gezi olarak düşünüyorum. 

Yanardağların püskürdüğü lavların zamanla,yağmurla ve rüzgarla aşınıp oluşturduğu bu şehir olağan üstü güzellikte. Üstelik bundan 60 milyon yıl öncesine dayanıyor oluşumu.

Görsel güzellikten ziyade tarihiyle de büyülüyor. Her karış toprağında tarihin, insanlığın detayları var. Kayaları oyarak kendilerine devasa büyüklükte sığınaklar inşa etmişler. 

Sığınaklarda göz göz ve birbirine bağlantılı odalar var. Mezarlıktan, şaraphaneye, mutfaktan oturma odasına, havalandırmadan,su toplama odasına kadar düşünülmüş. Herhangi bir tehdide karşı sürgü kapılar sığınakların her köşesinde var. 

Yeraltı şehirlerini gezerken düşündüğüm şey insanın yine insandan kaçabilmek için mücadele verdiğiydi. Daracık odalardan eğilerek geçerken hissettiğim; saklanmak için kendilerine inşa ettikleri bu sığınakların içinde yaşanmış olanlardı.Yaşadıkları anıları, acıları ya da mutluluklarıydı. Simsiyah olmuş bir tavandan akan yağın bıraktığı izler,bölme bölme yan yana kazılmış mezarlıklar,yağmur yağdığında kayalardan sızan damlaların birikmesi için oluşturulmuş havuzlar…Ve dahası. 

Şehre kuş bakışı baktığımızda suni bir yapı gibi duruyor ancak oldukça gerçek. Hayal şehri gibi. Volkanik yapısı sayesinde bölgeye özgü olan taş, ocaktan çıkarılıp kolayca işleniyor ve havayla teması sonucunda da çok dayanıklı yapılar elde ediliyor. Bu nedenle de bölgede taş işçiliği oldukça önem arz ediyor. Oldukça büyüleyici bir yapıda olan bu şehir mutlaka gezilecek yerlerden. Turistin ağırlıkta olması sevindirici ancak dönüş yolunda karşılaştığım bir taksicinin sözleri de oldukça haklı isyan geliyor! -Abla biz nası gezelim? Turistlere uygun da bize uygun değil! Öylesine haklı bir isyan ki… Bizler de acıktığımızda bir yerde dürüm ya da döner yiyelim dedik. Bir dürüm üç yüz elli lira! Ama bu turiste para değil, bize fazla para! Esnaf da haklı olarak diyor ki biz paramızı turistten kazanıyoruz!

Balon fiyatlarını da hiç söylemiyorum. Bizler sadece izledik, yetti. 

Ülkemizin kendi güzelliklerine mahrum bırakılmışız. 

Bir diğer konuda maalesef ki yapılar eşsiz güzellikte ve anlamda olmasına rağmen eksik bakım mevcut. 

Dünya Mirası olarak korunmaya alınmış olmasına rağmen yapılarda bilmem kim kimi seviyor gibi yazılar kazınmış bulunmakta! 

Mesela Yılanlı Kiliseye giriyorsunuz ve insanlar kendi adlarını kazımışlar sevgililerinin baş harfleri ile.

İçeri girdiğinizde sandalyeye oturmuş bir beyfendi sizi fotoğraf çekmek yasak diye uyarıyor öncelikle. İnsanlar daha fazla yapıya zarar vermesin diye koydular bizleri diyor! 

Her şey insanı insandan korumak için yapılıyor fikri geliyor sonra.  

Yaşanmışlıkların üzerinden ya da içinden geçiyoruz Göreme sokaklarında. İnsanları oldukça sıcakkanlı. Turistlerle sohbet ediyoruz, İstanbul’da okuyan iki Japon arkadaş, gezmeye geldik iki günlüğüne diyor. 

Hediyelik eşya almak için bir dükkana giriyoruz, satış yapan kişi oldukça pozitif ve konuşkan birisi. Diyor ki ben çobanım aslında. Japonca, Çince ve İngilizce çok iyi biliyorum diyor. Birini sevip arkasından Japonya’ya gittim, yaşadım beş yıl kadar orda diyor, ayrılınca da döndüm. Sonra başka bir çobana denk geliyoruz o da müthiş bir enerji. Ona çaktırmadan fotolarını çekiyorum, poz vermiş olsa ancak bu kadar olur diyorum. Görünce bi duraksıyor, ben miyim ? Sensin ya diyorum, gülüyor, ne yakışıklıymışım. 

Arabayla geldiğimiz gibi tekrar arabayla geri dönüş yoluna çıkıyoruz. Ankara istikamet, yol boyu da arkadaşlarla böylesine özel bir şehrin daha iyi şartlarda olması gerektiğini, bakımsız olduğunu konuşuyoruz…

Ve saatler sonra Ankara’ya giriş yapıyoruz ve bir bakanlığın önünden geçerken düşünüyoruz! 

Bakanlığın çevresinde yığılmış taşlar, topraklar. Biçilmemiş otlar, üst üste yığılmış çöpler, inşası yarım bırakılmış yapılar…

Her bir şehre,bir sandalye bir görevli mi dikilmeli diye düşünüyoruz!