Gazi üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Kemal Sinan Özmen ile öğretmenliğin profesyonel bir meslek olup olmadığını konuştuk.

Ülkemizde öğretmenlere ve öğretmenliğe dair konuşmadan önce belki şunu sormak gerekiyor: Öğretmenlik profesyonel, uzmanlık gerektiren bir meslek dalı mıdır?

Bu sorunun kuramsal ve yasal yanıtının yanı sıra uygulamayı şekillendiren politik bir yanıtı da var. Sizin de malumunuz; öğretmenlik profesyonel, uzmanlık gerektiren, uzun yıllar sürecek eğitimlerin sonunda elde edilebilecek çeşitli yeterliklerle yürütülecek bir meslek dalıdır. Ne var ki uygulamaya baktığımızda ülkemizde pek de böyle olmadığını görüyoruz. Özellikle 1980 sonrası öğretmen istihdamı politikalarına bakarsak neredeyse dört yıllık fakülte eğitimi almış herkesin öğretmen olabildiğini görüyoruz. Hatta yardımcı eğitimci sınıflarında, hatta kimi dönemlerde fakülte mezuniyetine bile gerek görülmemiş. İngilizce öğretmeni eğitimine bakarsak resim netleşiyor: Eğitim fakültesi dışı istihdam yapmışız, yapmaya da devam ediyoruz; o halde öğretmenlik politik uygulamalar açısından uzmanlık gerektirmiyor sonucuna varabiliyoruz. Sonra üniversitelerin İngilizce hazırlık birimlerinden belgesi olanları İngilizce öğretmeni olarak atamışız; Fransızca ve Almanca öğretmenlerini 560 saatlik genel İngilizce kursu sonunda İngilizce öğretmeni olarak istihdam etmişiz. Pedagojik formasyon programlarıyla hem ihtiyacın üzerinde öğretmenlik lisansı dağıtmışız. Sınıf öğretmenlerine İngilizce öğretmeni sertifikası vermişiz. Son olarak yükseköğretim kurumları İngilizce öğretmenliğini bir uzmanlık alanı olarak hiç görmüyor, çünkü İngilizce öğretim görevlisi alımında tüm İngilizce alanlarına aynı hakkı verebiliyor; edebiyat, dilbilimi, çeviri ve dil kültürü gibi alanlar eşit karşılanıyor. O halde ülkemizde öğretmenlik, benim de mensubu olduğum İngilizce öğretmenliği profesyonel bir uzmanlık alanı değil.

Fakat yükseköğretim kurumlarında öğretim görevlisi, yani eski adıyla okuman olacaklardan yüksek lisans diploması isteniyor.

Evet, fakat bu yüksek lisans eğitimi genel tezli bir programdır. Amacı öğretmen yetiştirmek değil, malumunuz basit araştırma yeterliklerini ve alan okuryazarlığını arttırmaktır. Yüksek lisans eğitiminin temel öğretmenlik nosyonunu kazandıracağını düşünmemiz yanlış olur.

Bu çizdiğiniz çerçevede pedagojik formasyon sertifika programlarını etkisiz veya verimsiz olarak ele aldığınızı varsayıyorum. Sonuçta bu programları da üniversite öğretim üyeleri veriyor. Formasyon eğitimini neden yetersiz buluyorsunuz?

Bir yanda dört yıllık bir eğitim fakültesi programı diğer yanda iki dönemde verilen kısa bir sertifika programı; elbette formasyon eğitimi yetersizdir. Bunu öğretim üyeleri, bu eğitimi alan öğretmen adayları da teyit edecektir. Bu kadar kısa süre içinde insan ne yapmayı öğrenebilir ki? Mesela saz çalmayı öğrenebilir mi? Sanayide kaporta tamiri yapmayı öğrenebilir mi? Bir spor dalında ortalama performans sergilemeyi öğrenebilir mi? Sorun budur.

Fakat Avrupa ülkelerinde de öğretmen eğitiminin bir kısmı mezuniyet sonrasına bırakılabiliyor. Bu konudaki görüşleriniz nedir?

Çok doğru. Bu soruyu yanıtlayabilmek için öğretmen eğitiminde iki temel modeli anımsamamız gerekiyor. Birinci modele Eş Zamanlı Model (Concurrent M.) diyoruz. Bu modelde öğretmen adayı kuramsal/kavramsal eğitimiyle öğretmenlik uygulaması çalışmalarını aynı diploma programı içinde sürdürür. Ülkemizde resmiyette bu model kullanılmaktadır. Öğretmen adayları birinci ve ikinci sınıfta ağırlıkla kuramsal dersler alırken üçüncü sınıfta uygulamalı dersler alır ve dördüncü sınıfta ise uygulamalı bölüm dersleriyle birlikte bir akademik yılı kapsayan staj eğitimini tamamlar. İkinci model ise Ardışık Model’dir (Consecutive M.). Bu öğretmen eğitimi modelinde ise lisans eğitimi ağırlıkla kuramsal esaslara göre gerçekleştirilir; kimi Avrupa ülkesinde dört, kimisinde altı seneye kadar uzayabilen bir eğitim süreci yürütülür. Eğitimin altı sene olduğu ülkelerde öğretmenin çift alanı olur. Örneğin öğretmen hem İngilizce hem Fransızca öğretmeni olabilir. Bu modelde ise uygulamalı eğitim ve bizim tabirimizle staj, hizmet içi eğitimin bir parçası olarak ciddiyetle kotarılır. Öğretmen uygulamalı eğitimini bir hizmet içi enstitüsünde ve/ya çoğunlukla eğiteceği öğrencilerin bulunduğu bir okulda sürdürür. Gördüğünüz üzere bu ikinci modelde çok güçlü bir hizmet içi eğitim sisteminiz, bunu destekleyen sağlam bir üniversite ve eğitim bakanlığı iş birliği çerçeveniz ve oturmuş teamüllerinizin olması gerekiyor. Çoğu Avrupa ülkesinin nüfusundan daha fazla öğrenciye ve öğretmene sahip olan ülkemizde bu modelin uygulanabilmesi için çok ciddi yatırımlar, uzun yıllara yayılacak bir hazırlık gerekir. Oysa birinci model konusunda, yani lisans eğitiminde uygulamalı içerikler sunmak hususunda bizler oldukça deneyimliyiz. İşte şimdi pedagojik formasyona yeniden bakalım: Bu sertifika programında yapılan iş, dört yıllık eş zamanlı modeli bir akademik yıla ve birkaç derse indirgemektir; tüm yapı bunun üzerine kuruludur. Bu modelin başarılı olması mümkün müdür? Eğer yerinde, sürekli ve ihtiyaca yönelik bir hizmet içi eğitim modeli geliştirebilseydik, ki acilen ihtiyacımız var, o zaman istediğiniz alandan istihdam yapıp öğretmen eğitimini hizmet içi eğitimde sürdürebilirdik. Fakat bizler mezuniyet sonrası öğretmenlerimizi yalnız bırakıyoruz.

 Öte yandan pedagojik formasyon veya eğitim fakültesi dışı öğretmen alımı büyük bir toplumsal krize de dönüşüyor, çünkü atamayı bekleyen yüz binler var. Ne dersiniz?

Burada konuyu eğitim fakülteleri ve diğer öğretmen istihdamına kaynak oluşturan fakülteler tartışmasına indirgemek yanlış olur. Eğitim fakültelerinin de çok ciddi sorunları, çözülmesi belki onlarca yıl sürecek kronik problemleri var. Ne var ki sunduğum argüman eğitim fakültesi dışı öğretmen yetiştirme sistemimizin çok zayıf ve etkisiz olduğu üzerine kurulu. Oysa eğitim fakültelerine odaklanabiliriz; bunları daha başarılı kılabilecek uzun vadeli politikalar ve bu politikaları hayata geçirmemizi sağlayacak stratejik adımlar belirleyebiliriz.

Toplumsal kriz tanımı ise öylesine doğru ki. Bakanlık verilerine göre 376 bin, Eğitim-Sen’e göre 460 bin öğretmen atanmayı bekliyor. Bunlar korkunç rakamlar. Gerçekten de bu veriler toplumsal bir soruna işaret ediyor. Bu insanlar lisans eğitimi gördü, çok büyük bir kısmı pedagojik formasyon eğitimi aldı, KPSS sınavlarına ardından ÖABT sınavına çalıştılar, mülakatlara gittiler. İnanılmaz bir insan ve finansal kaynak israfından bahsediyoruz. Hal ve manzara böyleyken bu sene kabaca 20 bin atama yapıyoruz. Her sene 40 bin öğretmen mezun ediyoruz, fakat 1,2 milyon nüfuslu öğretmen hazinemizden ortalama 15 bin öğretmen emekli oluyor. Gördüğünüz üzere bu sürdürülebilir bir politika değil. Bir bakarız bir gün pedagojik formasyon programlarından alınan diplomalar birden geçersiz olmuş, iddialı söyleyeyim; birçok eğitim fakültesinin kontenjanları ya düşürülmüş (ki acilen düşürülmeli) ya birçok program kapatılmış. Hatta köklü eğitim fakülteleri lisans öğrenci alamaz hale gelebilir ve sadece yüksek lisans, doktora programlarına odaklanmak zorunda kalır. O halde bu toplumsal kriz sadece elinde diplomayla atanmayı bekleyen meslektaşlarımı değil, başta eğitim fakülteleri olmak üzere tüm ilgili fakülteleri, Bakanlık birimlerini ve YÖK’ü de ilgilendiriyor. Türkiye’deki neredeyse her haneyi, her aileyi ilgilendiren bir sorundan bahsediyoruz. Bu tsunami dalgasından kurtulmamız mümkün değil; sadece bir süre daha erteleyebiliriz.

Bu öğretmen fazlası özel sektör eğitim kurumlarında öğretmenin maaşlarını da belirlemiyor mu?

Çok ağır mesai saatleriyle asgari ücrete hatta daha aşağısına öğretmen çalıştıran kurumlar olduğunu biliyoruz. 1990’lı yıllarda özel okul öğretmen maaşları devlet okulu maaşlarından en az iki katıydı. Şimdi ise manzara ortada. Dolayısıyla bu toplumsal krizin ülkedeki her haneyi yakından ilgilendirdiğini düşünüyorum.

O halde ihtiyacımızdan fazla öğretmen yetiştirdiğimiz ortada. Aynı şekilde sayıları artan eğitim fakültelerine rağmen pedagojik formasyon eğitimlerine devam ediyoruz. Bu bir politika mıdır yoksa politikasızlık mıdır?

Bu duruma politikasızlık demek naiflik olur. Bu durum bilinçli bir politikadır demek de süreci doğru anlamamıza engel olur. Günümüz Türkiye’sini doğru anlayabilmemiz için 1980 ihtilali ve sonrasını iyi okumamız gerekiyor. Öncelikle şunu anımsayalım. Henüz kurulmuş, halkı açlıkla ve yoksullukla cebelleşen genç Cumhuriyet, 1927 yılında Gazi Muallim Mektebi’nin temellerini atabiliyor. Eğitim kalitesi şöyle dursun, son kırk senedir böyle bir eğitim binası inşa edebildik mi? Öğretmen eğitimi 80 ihtilaline kadar nispeten başarıyla sürdürüldü. Köy Enstitüleri, kökeni Tanzimat'a kadar uzanan Yüksek Öğretmen Okulları gibi kurumlarda iyi öğretmenler yetiştirdik. Ne var ki 1978 yılında 76 bin lise mezununu kısacık, 45 günlük kurslarla öğretmen yapıverdik. İşin ironik yanı 1977-78 akademik yılında öğretmen eğitimi 4 yıla çıkarılmıştı. İhtilalden sonra ise bence işin şirazesi kaydı, çünkü ülkenin genel politik paradigması değişti. Devletçi politikaların yerini neoliberal yaklaşımlar alıverdi. Devletin mağrur ve şefkatli yüzü olan öğretmenlik mesleği, öğrencinin hayati sınavlarda başarılı olabilmesi için onlara bilgi sağlayan bir tür öğretimci düzeyine indirgendi. Eğitimci kimliği ağır basan öğretmen yerine salt öğretici öğretmen modeli eğitim sisteminin bir zorunluluğu olarak öne çıktı. Eğitim kurumları çoktan seçmeli sınavlara yarışçı hazırlayan öğretim kurumlarına dönüştürüldü. Önce dershane sektörü patladı, ardından özel okul pazarı inanılmaz bir biçimde büyüyüverdi. Hatta bir ara veliler özel okullara çocuklarını yazdırsın diye devlet teşvik, yani nakit ödeme olanağı sundu. Artık sadece üniversite sınavına değil, liseye geçiş sınavlarına, hatta çocuklarına iyi bir eğitim aldırmak isteyen aileler ilkokulda çocuklarını BİLSEM sınavlarına hazırlar duruma geldi. Dolayısıyla 1980 ihtilalinin etkileri öğretmenin, okulun ve eğitimin anlamını toplumun gözünde radikal bir biçimde değiştirdi.

Bu anlattıklarımı daha yüzlerce örnekle genişletebiliriz. Ne var ki bu sorunu anlayabilmemiz için sadece eğitim kurumlarına, eğitim sistemine, eğitimin yapısına bakmamız yine naiflik, hatta cahillik olur. Eğitim sistemi, ülkenin sosyal ve politik felsefesinin oluşturduğu denizdeki bir adadır. Bu denizin ikliminden, doğasından ve dinamiklerinden etkilenir ve ona göre şekillenir. Hatta evrensel değerler ve ahlak okuldan topluma değil, toplumdan okula doğru bir hareketle gelişir veya gelişmez. Dolayısıyla öğretmen eğitimi de tüm bu karmaşık doğanın-atmosferin bir parçası, uzamı ve sonucudur. Bizim bir öğretmen yetiştirme politikamız var mı sorusunun yanıtı bu yüzden tek ve basit olmuyor. Örneğin aynı durum Danimarka veya Fransa için geçerli değil. Sırası gelmişken bir örnek vereyim: Bazı uluslararası, sözüm ona marka değeri olan bazı sertifika programları bir ayda İngilizce öğretmeni eğitimi veriyor. Bu durumun küresel politik ekonomiyle de ilişkisi var diyebiliriz. Soru şu: Bizim okullarımızda eğitimci kimliği ağır basan öğretmene mi salt öğretici öğretmene mi ihtiyacımız var? Birinci öğretmen türü topluma ve devlete, ikinci öğretmen türü sadece sisteme birey yetiştirir. Oysa bizim toplumsal hassasiyeti, öncelikleri ve düşleri olan bireyler yetiştirmeye ihtiyacımız var, her ülke gibi.

O halde çözüm nedir?

Çocuğumuz hastalandığında veterinere götürmüyoruz. Eğitim kurumları toplumun talepleriyle şekillenir. Toplumun ahlakı, kuralları ve normlarıyla kendi düzenini ve düzeyini oluşturur. Çok dinamik ve hızlı dönüşebilecek bir nüfusumuz var. Bence genç Cumhuriyet’in iyi uygulamalarını temeline alarak bize ait, özgün ve güçlü bir eğitim modeli geliştirebiliriz. Ne var ki toplumun somut ve ısrarlı bir talebi olmadan ve devlet bu konuda bilimsel, hafızalı ve sabırlı politikalar belirlemeden başarıya ulaşmamız mümkün değil. Sonuçta öğretmenliğin uygulamada ve istihdam özelinde profesyonel bir meslek olarak görülüp görülmeyeceğini de belirleyen husus toplumun talebi ve beklentileridir. Başka bir deyişle bizim öğretmene mi sınavlar için öğreticiye mi ihtiyacımız var?

Sevgili hocam değerli bilgileriniz için size teşekkür ediyorum. 

Türkiye Hepimizin, Eğitim Hepimizin...