Eğitimci İbrahim Dizman ile eğitimin bugünkü durumunu, Türkçe öğretimini ve eğitim sistemimizin sorunlarının çözümünü ve geleceğini konuştuk.

“Eğitim sistemimiz bir torna tezgâhı gibi işlemekte. Öğrenciler, sistemce gerekli görülen bilgiler ezberletilmiş, bir bellek yükü biçiminde zihnine yerleştirilmiş, yani köşeleri yuvarlatılmış tek tip bireyler olarak yetiştirilebilirse başarılı bir olunmuş sayılıyor. Başka bir deyişle, milli eğitim sistemimiz, gençlerin özgür ve farklı bireyler olmaması için olağanüstü çaba gösteren paslı bir çark gibi dönüyor uzun yıllardır. Sistem kendini ezberlerle yeniden üretir durumda yani.”

Türkiye’de eğitimin bugünkü durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Eğitim sistemimizi kendi alanımdan, Türk dili ve edebiyatı alanından bakarak değerlendirmem gerekirse, iki ayrı bölümde yorumlayabilirim. Bunlardan biri, ilk ve ortaöğretim, diğeri ise yükseköğrenim alanı. Geçmişte, ortaöğretim kurumlarında çalışmış biri olarak rahatlıkla  söyleyebilirim ki eğitim sistemimiz bir torna tezgâhı gibi işlemekte. Öğrenciler, sistemce gerekli görülen bilgiler ezberletilmiş, bir bellek yükü biçiminde zihnine yerleştirilmiş, yani köşeleri yuvarlatılmış tek tip bireyler olarak yetiştirilebilirse başarılı bir olunmuş sayılıyor. Başka bir deyişle, milli eğitim sistemimiz, gençlerin özgür ve farklı bireyler olmaması için olağanüstü çaba gösteren paslı bir çark gibi dönüyor uzun yıllardır. Sistem kendini ezberlerle yeniden üretir durumda yani.

Bu konuda somut örnekler verebilir miyiz?

Çok ilginç bir örnektir. Fakültede ilk derslerimde derim ki “Türkçe kısa, yalın, duru anlatımdan yana bir dildir değil mi?”  Hemen “Evet” yanıtı yükselir gençlerden. Bu sistemin yineleyip durduğu bir yanlış bilgidir; kafalara öyle yerleştirmiş ve öyle uygulanmasını istemiştir.  Oysa Türkçe yoğun, karmaşık ve çok yargılı anlatıma olanak sağlayan bir dildir. Biz düşüncelerimizi, yargılarımızı “Ali topu tut”, “Ayşe topu al” basitliğinde anlatmayız ki. Henüz olgunlaşmamış bir kabile dili midir ki Türkçe, kısa ve yalın anlatımın dili olarak tanımlansın? Ama öyle işlene işlene, yetişkin insanımız iki uzun cümle kuramaz hale geliyor.

Türkçe öğretimini eleştiriyorsunuz yani.

Eleştirmek hafif kalır; suçluyorum. 35 yıllık eğitimci olarak, ondan öncesinde eğitimin bütün süreçlerinden geçmiş biri olarak dönüp baktığımda, derslerin çocukları, gençleri dilden, Türkçeden, yazı kavramından, edebiyattan nasıl soğutabiliriz, hayat boyu bunlardan uzak durmasını nasıl sağlayabiliriz diye kurgulandığını düşünüyorum. Bu gözlemimi son yirmi yılında üniversitede çeşitli dersler vermiş biri olarak da pekiştirdim. Düşünceden, özgür yargılar üreten ve paylaşan düşünceden insanımızı uzak tutmak için iyi bir yol bulmuş devlet.

Yüksek öğrenim alanda durum nasıl peki?

Yakın zamana kadar Türkiye’nin en değerli fakülteleri içinde gösterilen Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde sınıfta, amfilerde karşımda oturan öğrenciler paketlenmiş bilgileri almaya hazır olarak geldiler hep. “Kompozisyon yazma”ya hazırdılar. Geçmişte Fransız dil öğrenimi programından esinlenilerek hazırlanmış müfredat, buna göre yönlendirilmiş eğitimciler, hazırlanmış kaynaklar öğrenciye başka yol bırakmamış. Giriş-gelişme-sonuç; birkaç deyim, atasözü; hadi toparla yazıyı.. Giriş bölümü olmadan yazın ya da sonuç bölümü olmasın deyince afallıyorlar.   Yazıyı nasıl kurguladın, hedef ne, diye sorunca yanıt veremiyorlar. Dahası, benim anlattığımı onaylamayan, tersini iddia eden ama örneklerle işleyen bir şeyler yazın ya da söyleyin deyince şaşırıyorlar; ne demek karşı görüş, ne demek eleştiri, hiç olur mu! Kompozisyon diye bir türün olmadığını anlatmak bile zor. Türkçe deyince de dilbilgisi kurallarını anlıyorlar sadece. Yaşamımızın içinde dilin yeri nedir; antropoloji, sosyoloji, psikoloji ile dilin bağlantısı nedir, anlam salkımı, biçim salkımı nedir, sözcükler sadece bilinen anlamlarıyla mı vardırlar… çoğaltabilirim; bunları konuştukça ortaöğretim sürecinde öğrendiklerinin gerçekten zihin yükü olduğunu fark etmeye başlıyorlar. Bir yargı nasıl geliştirilebilir, birden çok yargı tek cümle içinde nasıl yoğunlaştırılıp yazılabilir, bir yazı özgün bir biçimde nasıl kurgulanabilir’e zaman kalırsa dile olan önyargıları değişmeye başlıyor ama hepsi o kadar. Edebiyat öğrenimi ise zaten çağdaş edebiyatımızdan öğrenciyi uzak tutmak üzerine kurulu, o ayrı bir durum. Eğer bir genç bu tezgâhta törpülenmeden mezun olabilmişse asıl başarıyı ileride onlar yakalıyor; diğerleri “makbul vatandaş” olarak hayata katılıyor. Bunun sonucu olarak da düşünsel yaşamını klişelerden oluşturmuş, özgür olmayan bireyler dolaşıyor ortalıkta.

Bu bağlamda şunu da söylemek isterim: Yüksek lisans tezleri bir yana ama doktora tezi dediğinizde bir iddia, bir önerme, özgün bir saptama beklenir, alanında yol açıcı bir çalışma olması beklenir. Dil ve edebiyat alanında bu tür doktora çalışmaları çok azdır;  çoğunlukla bilgileri yineleme, bol alıntı ve atıfla var olanı pekiştirme ile yetinilir. Gelişmenin önü büyük oranda akademik olarak da tıkanıyor.

Üniversitede Türk Dili, Yazılı Anlatım ve Yaratıcı Yazarlık dersleri vermiş bir eğitimci olarak yüksek öğrenim düzeyinde Türkçe dersi olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Önce şunu hemen söylemeliyim. Üniversitelerdeki Türk Dili dersi “YÖK dersi” olarak adlandırılır, bütün fakültelerde zorunludur. Müfredatı da YÖK kurulurken 12 Eylül kafasıyla oluşturulmuştur. O haliyle anlamsız bir derstir ve zaten öğrenciler bu dersin adını görünce hemen yüzlerini buruştururlar. Ben daha çok SBF’de çalıştım. Bu müfredatı çok eğip büktük; 12 Eylülcülerin istediği gibi uygulamadık. İyi bir yazı nasıl kurgulanır, dille yazı ilişkisi nedir, dilin bireysel ve toplumsal açıdan yaşamımızdaki yeri nedir gibi konulara ağırlık verdik. Edebiyatla dili ilişkilendirmeye çalıştık. Örneğin her yıl bir yazar seçiyorduk, onun yapıtlarını okuyorlardı ve sonra o yazarı davet ediyorduk; fakültede yüzlerce öğrenci yazarın yapıtlarını kendisiyle tartışıyorlardı. Tekrar vurgulamak isterim: Bu ders yürürlükteki programıyla gereksizdir, yazılı anlatım dersine dönüştürülmelidir.

Yaratıcı Yazarlık dersi ile ilgili ne söyleyebilirsiniz?

Yaratıcı yazarlık, hayatımıza yeni girmiş bir kavram. 2017’de Ankara Üniversitesi, bu dersi açtı. Bir kurs değil, seçmeli ders olarak. Programını ben hazırladım ve pandemiye kadar yürüttüm. Elbette bu dersi alarak yazar olunmaz; ama iyi bir okur olunur, iyi bir metin irdeleyicisi, eleştirmeni olunabilir. Eğer yazma becerisi ve arzusu güçlüyse yazarlık yolunda katkıda bulunabilir. Mutluluk hissederek, zevk alarak verdiğim bir dersti ama pandemi ile bütün dersler online olunca bu dersin anlamı kalmadı.

Türkçe deyince, Dil Devriminin kazanımları yansıtılabiliyor mu sizce eğitim alanına, öğrencilere?

Bu Dil Devriminden ne anladığımıza bağlı. Dil Devriminin sadece “yabancı sözcükler-Türkçe sözcükler” bağlamına indirgenmesini doğru bulmuyorum. Elbette, kendi dilinin kökünden türetilmiş ve yaşamın içine katılmış bir sözcük değerlidir, temel anlamı dışında çağrışım ve imgesel anlamları daha güçlüdür; kendisinden yeni kavramlar/sözcükler türetilmesinin yolunu da açar, dolayısıyla dilin gelişimine katkısı çok önemlidir. Çünkü hayat hızla değişiyor; yeni olgular, kavramlar, aygıtlar geçmişte olduğundan çok daha fazla bir biçimde hayatımıza giriyor. Türkçe bunları karşılamak için kendini yenilemek zorunda. Fakat bir dilin hayatı karşılamak için gelişmesi sadece sözcük düzeyinde olamaz; dilin anlatım olanaklarını geliştirmek de en az onun kadar önemlidir. Dil Devriminin ruhu budur. Bakın 1930’lu yıllardaki uğraşlara, örneğin Tercüme Bürosu’nun çevirilerine, hepsinde dilin anlatım gücünü geliştirme çabası vardır. Sonraki on yıllarda bu bakış açısının yitirildiğini, Dil Devriminin sadece ve sadece yabancı sözcükler yerine Türkçe sözcükler türetme olarak anlaşılıp yeterince gelişme sağlanamadığına inanıyorum. Bir cümlede yabancı sözcükleri cımbızlayıp yerine Türkçe sözcükler koydunuz mu sorun çözülmüş olmuyor. Türkçenin gelişen yaşama ayak uydurması için anlam ve anlatım bağlamında çalışmalara gereksinmemiz var.

Ne yapılmalı sizce Türkçe öğretimi konusunda?

Az önce değinmiştim kısaca, hayat hızla değişiyor, yeni olgular, kavramlar, aygıtlar giriyor hayatımıza. Türkçe öğrenimi buna odaklanmalı. Ezber dilbilgisi öğretiminden vazgeçilmeli. Yaşamın içindeki dile odaklanılmalı. Dilin, yazı kavramıyla ilişkisi konusu yeniden ele alınmalı. Düşünceyi, yargıyı dili zorlayarak en yoğun ve karmaşık halde yazıya nasıl aktarabiliriz, üzerinde kafa yorulmalı. Dil  öğretiminde ana eksenin bu olması gerektiğini savunuyorum.

Genel olarak eğitim sistemimizin sorunlarının çözümü ve geleceği konusunda neler söyleyebilirsiniz?

Eğitim sisteminin sorunları siyasal iktidar sorunuyla özdeş değildir. Kolaycı bir anlayışla “AKP iktidarı zaten gerici eğitimden yana, iktidar değişirse eğitim sistemi de değişir” demek büyük bir yanılgıdır. Eğitim sistemimizin siyasal iktidar tercihi değil devlet politikası olduğunu düşünenlerdenim. Bir zihniyet değişimine gereksinmemiz var yani.

Her aşamadaki sınavlar bir cendere gibi gibi sistemi sıkıştırıyor. Artık eğitimde hedef sınav kazanmak; bunun dışındaki her şey anlamsız geliyor öğrenciye ve eğitimcilere. Elbette bütün eğitimciler böyle diyemeyiz, donanımlı, sağduyulu ve üretken öğretmen sayısı hiç de az değil ama çabaları kişisel kalıyor ne yazık ki. Liselere, üniversitelere giriş sisteminin bir şekilde değiştirilmesi, sınavlar dışında daha adil bir yöntem bulunması gerektiğini düşünüyorum. Bu başlı başına ayrı bir irdeleme gerektiriyor, bu kadarla yetineyim.

Sınavların dışında, müfredatların “öğretme”, “yetiştirme” anlayışını yeniden yorumlayarak sistemin baştan kurgulanmasının doğru olacağını düşünüyorum. Merak etmeyin çocuklar, gençler zaten öğreniyorlar; tek fark onlar sizin, yani müfredatın dayattığını değil kendi seçtiklerini öğreniyorlar. Bunun anlamı, eğitim programlarının hayatın içinde hazırlanması gerekliliğidir. Çok somut bir örnek: Bütün ana babalar çocuklarını bilgisayar, tablet, telefon başından kaldıramadığından yakınıyor. Evde oturan, sadece sanal ortamda sosyalleşen bir çocuğu siz nasıl değiştirebilirsiniz? Elindeki cihazdan daha cazip bir şey bulmalısınız, o cihazın içindeki bilgiden daha çekici bir şey bulmalısınız ki oturduğu yerden kalksın. Bu, hayatı karşılayan programlarla mümkündür. Ormanı, dağı, dereyi, meydanları, sokakları, köyleri, hayvanları, müzeleri tarihsel yerleri gezdirip öğreteceğinize, konserlere, etkinliklere götüreceğinize, başka şehirleri gezdireceğinize onları ders kitaplarıyla anlatmaya kalkarsanız, çocuk elinden telefonunu bırakmaz.

Çeşitli alanlardan örnekler çoğaltılabilir ama bunun yeri değil. Özetle söyleyeceğim; 21. yüzyıl yeni bir dünya, yeni bir hayat öneriyor. Beğeniriz beğenmeyiz ama hayat değişiyor. Klasik eğitim sistemi bu yeni dünyayı, yeni hayatı karşılayamayacak, bu belli; bu bakış açısıyla her şeyi yeniden düşünüp hayatın içinden programlar üretmek zorundayız. Cumhuriyetin ilk yıllarında hayatın içinden yöntemlerle epey yol almıştık; örneğin Millet Mektepleri, Halkevleri, Köy Enstitüleri… Yeni yüzyılda  yeni bir sistem bulmak ve geleceği kuracak özgür, hazır bilgilerle belleği doldurulmamış, demokrat  bireylere olanak sağlamak zorundayız. Vurgulamak isterim klasik anlamda “eğitmek” ya da “yetiştirmek” değil, “bireylere olanak sağlamak, yol açmak” zorundayız; başka bir çaresi yok.

Sevgili hocam değerli bilgileriniz için size teşekkür ediyorum. 

Türkiye Hepimizin, Eğitim Hepimizin...