Anadolu Üniversitesi, Açıköğretim Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Aras Bozkurt ile Türk Yükseköğretim sistemine yönelik değerlendirmelerde bulunduk.

“Yükseköğretimde köklü ve radikal düzenlemeler yapmalı, kendi Rönesans’ımızı ilan etmeliyiz. Türkiye özelinde yükseköğretim kurumlarının kimlik ve rol karmaşası yaşadığını düşünüyorum. Üniversitelerin çoğu asıl kimliğinin ve rolünün farkında değil. Ülkemizde akademik yükselme nitelikli yayınlar ekseninde değil, niceliksel olarak belirli bir hedefi tutturma şeklinde yapılandırılıyor.”

“Ülkemizde yöntem bilimsel fanatizm had safhada. Özgün çalışmalar yerine replike çalışmalar yapma eğilimindeyiz. AR-GE bütçeleri öğretim elemanlarını desteklemek veya öğrencilere burs vermek gibi faaliyetlerin ötesinde kampüsleri daha da betonlaştırmak veya gereksiz çevre düzenlemeleri yapmak için kullanılabiliyor.”

Eğer üst perdeden giriş yaparsak, Türk yükseköğretiminin genel anlamda sorunu nedir?

Aslında çok fazla sorun var ama ilk olarak Türkiye özelinde yükseköğretim kurumlarının kimlik ve rol karmaşası yaşadığını düşünüyorum. Üniversitelerin çoğu asıl kimliğinin ve rolünün farkında değil. Herkesi yükseköğretimden mezun etmek gibi anlamsız bir amacımız var. Çoğu üniversitemiz 2-4 yıllık bir oyalama görevi görüyorlar ve diplomalı işsizler ordusuyla mezuniyet sonrası sosyal gerilimin de artmasında rol oynuyorlar. Bu durumun genel anlamda herkesi ilgilendiren ve ivedilikle müdahale edilmesi gereken bir sorun olduğunu düşünüyorum. Bunun dışında “diploma değirmeni” olarak adlandırılan diploma dağıtan kurumlara dönüşme tehlikesi ile karşı karşıyayız. Sadece ön lisans ve lisans eğitimi değil, lisans sonrası eğitimde sisteme giren hemen hemen herkesin diploma alabildiği bir düzende yüksek lisans ve doktoralı sayısını niceliksel olarak artırıyoruz ama nitelik kısmında çok sayıda soru işareti var. Yükseköğretim kurumları bu anlayışla yüksek lise olma yolunda ilerliyor ki bu uzun vadede lisans ve lisans sonrası eğitimin kalitesi açısından önemli sorunlar yaratacaktır.

Bunun dışında üniversite, toplum ve sektör arasında kopuk bir ilişki var. Çoğu üniversite bulundukları şehirlerde ekonomiyi canlandırma gibi anlamsız bir görevi üstlenmiş durumda veya bulundukları bağlamdan izole bir şekilde, konfor alanının dışına çıkmadan varlıklarını idame ettiriyorlar. Her iki seçenek de maalesef kabul edilebilir değil. Üniversiteler yalnızca diploma verilen kurumlar değil, bulunduğu topluma rol model olan, değişimi ve ilerlemeyi teşvik eden, bilgi üreterek yerel ve küresel gelişime katkı sağlayan kurumlar olmalıdır. Ulvi hedefler koyma ve vizyon geliştirme yerine şehir ekonomisini kalkındırma ve genç nüfusu bir süre oyalama gibi amaçlar olduğunu düşünürsek neden ilk binde yeterince üniversite olmadığı sorusunun yanıtını da verebiliriz.

Öğretim üyelerinin akademik yükselme kriterleri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ülkemizde akademik yükselme nitelikli yayınlar ekseninde değil, niceliksel olarak belirli bir hedefi tutturma şeklinde yapılandırılıyor. Öncelikle ilk iliklenen düğmeden, yani doktor öğretim üyesi kadrosundan başlarsak hatanın nereden kaynaklandığını daha iyi anlayabiliriz. Bu kadro tipi yükseköğretim kurumları tarafından veriliyor. Bu kadro “veriliyor” kısmına vurgu yapmak istiyorum; çünkü bazı kurumlarda liyakat gözetilmeden dağıtılıyor. Dolayısıyla piyango çıkmış gibi mutlu olanların yanı sıra mantıklı bir gerekçe gösterilmeden kadro listesinin dışında kalan mutsuz bir kesim de var. Durum böyle olunca lobiler ve bireysel ilişkiler akademisyen kimliğinin önüne geçiyor. Bu kadro tipinde ikinci sorun ise başvuru şartlarının çoğu üniversitede asgari düzeyde olması. Bu ise nitelik sorununu daha ciddi ve öncelikli hâle getiriyor. Kadroyu verme durumu bir güç olarak kullanılabiliyor ve kadro alamayan öğretim elemanlarına ise bu durumun YÖK’ten kaynaklandığı söylenerek örtülü baskı yapılabiliyor.

Doçentlik kadrosu kritik aşamalardan biri ve doktor öğretim üyesi kadrosunun aksine verilmiyor ancak akademisyenlerin yaptığı belirli kriterleri sağlayan çalışmalarla alınıyor. Üniversiteler Arası Kurul (ÜAK) tarafından öğretim elemanın alanına göre belirlenen farklı kriterler ile yeterli puanı tamamlayan başvurusunu yapıyor. Bu noktada kriterlerin çoğu anlamlı değil, bir günde yazılan kitap değerlendirmeleri veya kongre bildirileri ile uzun zaman süren araştırma ve değerlendirme süreçleri sonucu ortaya çıkan makalelerin puanları neredeyse aynı. Durumun böyle olması örtük bir şekilde çoğu akademisyenin fark yaratacak yayınlar yerine puan toplayacak yayınlar yapmasına neden oluyor. Bir şekilde bu yayınları da yapamayan akademisyenler çoğu zaman avcı/yağmacı dergi olarak nitelenen ve çalışmanın içeriğinden daha çok yayının basılması için ödenen paraya odaklanan, akademik camiada saygınlığı olmayan dergilere yöneliyorlar ki biz bu tür yayınları yapan ülkeler arasında maalesef üst sıraları zorluyoruz. Bu noktaya kadar sorunlu olan sistem bir şekilde gerekli puanların toplanarak başvurunun yapılması sonrasında bazı durumlarda daha da karmaşık bir hâl alabiliyor. Örneğin doçentlik jürilerine bazen alan dışı hocalar atanabiliyor ve hoca eğer jüriden çekilmezse bu kadar kritik bir değerlendirme sürecinde alana hâkim olmaksızın söz sahibi olabiliyor. Sıklıkla karşılaşılan bir başka durum ise yayın profili daha düşük bir jürinin kendisine göre daha yüksek bir profil sergileyen doçent adayını yetersiz görmesi ve dosyaya olumsuz görüş bildirmesi. Bu süreci bir şekilde sağlıklı bir biçimde atlatan adayın önüne ise profesörlük kadrosu geliyor.

Bazı üniversitelerde bu kadroyu hak ediş nitelikli süreçlerle yürütülse bile çoğu üniversitede asıl mesele 5 yıl şartını beklemek ve asgari yayınlarla profesörlük unvanını almak. Yani ilgili sürecin öğretim üyelerinin niteliğini artıracak şekilde yapılandırılması gerekirken süreç tersine işliyor. Ülkemizde öğretim üyelerinin performanslarını değerlendiren raporlar incelendiğinde ise profesörlük unvanı ile beraber yayın ve araştırma göstergelerinde bir düşüş olduğu şeklinde. Ayrıca şaibeli yayınlarla bir gecede profesörlük kadrosunu alanlarla gerekli şartları sağlayıp yıllarca kadro alamayan profesörler olduğu da bir gerçek.

Akademik unvan ve kadroların alınması veya verilmesi sürecinde yaşanan önemli bir durum ise örtülü bezdirme (mobing) davranışları. Liyakatin gözetilmediği durumlarda bazı öğretim üyeleri bu basamakları üçer beşer atlarken bazı akademisyenler ise bir şekilde kapıların kapanmasıyla maalesef yerinde sayıyor. Bu tür durumlarda ise motivasyon kaybı ve adalete olan güven kaybıyla birlikte ciddi bir beyin göçü yaşandığını görüyoruz. Kendi yetiştirdiğimiz beyinleri kaybetmemiz, ülke olarak çok önemli boyutta gereksinim duyduğumuz entelektüel zeminin daha da zayıflamasına neden oluyor.

Öğretim elemanlarının durumuna baktığımızda ise iki nokta göze çarpıyor. Bunlardan birincisi 50/D kadrosundaki araştırmacıların yaşadığı belirsizlik ve bu kadro ile istihdam edilen araştırma görevlilerine bir yol haritası sunulmaması. Dolayısıyla bu kadro tipinde yetişen nitelikli öğretim elemanları çoğu zaman kendilerine fırsat verilmediği için kadro bulmakta zorlanıyor ve doktoralı işsizlerin sayısını artırıyor. Yakın zamanda bu kadro tiplerinin istihdamına yönelik olumlu açıklamalar olsa da sürdürülebilir bir politikamız olmadığı gerçeğiyle karşı karşıyayız. Bunun dışında araştırma görevlilerinin görev tanımlarının ötesindeki işlerle ezilmesi, kendilerini akademik olarak geliştirmeleri gerekirken angarya işlerle zamanlarının çalınması ise bilinen ama söz edilmeyen başka bir sorun. Öğretim görevlileri ise özellikle lisans seviyesinde ağır ders yükü altında bir anlamda sistemi ayakta tutmaya çalışmakta, bununla beraber çoğu zaman akademik ayrımcılığa maruz kalabiliyor.

Akademik yayıncılığa yönelik değerlendirmeleriniz neler olabilir?

Öğretim üyelerinin temel görevleri araştırma-geliştirme (AR-GE) yapmak, ders vermek, öğrenci yetiştirmek şeklinde sıralanabilir. Bununla beraber unvan ve kadro atamalarında önemli olan yaptığı akademik yayınlar ile gösterdiği performanstır ki bu durum akademik yayıncılık için ayrı bir sayfa açılmasını gerekli kılıyor.

Bu noktada ifade edilebilecek bazı sorunları sadece bir öğretim üyesi olarak değil, aynı zamanda uluslararası çeşitli yüksek etki değerine sahip dergilerde yaptığım editör ve editör yardımcılığı görevlerinde edindiğim izlenimlere dayalı olarak aktarmak istiyorum. Öncelikle ülkemizde yöntem bilimsel fanatizm had safhada. Bu durum yöntem bilimsel holiganların bile çıkmasına yol açabiliyor. Nitel ve nicel araştırma paradigmaları arasında süregelen gizil bir savaş olduğunu ve bir araştırma paradigmasında kendini iyi geliştiren öğretim üyesinin diğer tarafa düşmanlık sergilediğini söyleyebiliriz.

İkinci olarak özgün çalışmalar yerine replike çalışmalar yapma eğilimindeyiz. Dolayısıyla sayısal olarak çok fazla çalışma yapılsa bile yapılan çalışmaların özgünlüğünün olmaması ve yeni bir söylem geliştirememesi gönderilen makalelerin ret almasına sebep oluyor.  Bu durumdaki araştırmacılar ise avcı/yağmacı dergilere yöneliyorlar.

Son olarak yükseköğretim kurumlarının uluslararası sıralamalarda ilk 500 veya 1000’de olmalarına yönelik söylemlerine yönelik görüşleriniz nelerdir?

Akademinin yalnızca Türkiye’de değil dünyada da metrikler ile ölçüldüğü bir zamandayız ve doğal olarak sadece ülkemizde değil tüm dünyada çoğu üniversite ilk sıralarda olma özlemi içerisinde. Ancak, kendi bağlamımıza döndüğümüzde bir stratejimizin veya yol haritamızın olmadığını görüyorum. Sadece ilk 1000’e gireceğiz diyerek o listelere giremeyiz, bunun için etki faktörü yüksek araştırmacılara destek olmalı ve güçlü yayınlar, projeler yapmalıyız. Ancak, ülkemizde bu adımların atılabilmesi için gerekli AR-GE desteği gerçekten az, bir şekilde sürece dâhil olabilenler bürokratik süreçlerin içinde boğulup araştırma odağını kaybediyor.

AR-GE bütçeleri öğretim elemanlarını desteklemek veya öğrencilere burs vermek gibi faaliyetlerin ötesinde kampüsleri daha da betonlaştırmak veya gereksiz çevre düzenlemeleri yapmak için kullanılabiliyor. Kampüsler öğrencilerin kültürlenebileceği yaşam alanları olarak yapılandırılmanın ötesinde betonlaşmış alanlar olarak öne çıkıyor. Oysa, kampüsler bir üniversite öğrencisinin en değerli yıllarını yaşadığı alanlar ve bu alanların sosyal ve entelektüel gelişime katkı yapmasını sağlamalıyız. Bir üniversite sadece tabela ve binalardan oluşan bir alan değildir, aksine öğrencilerin sonraki hayatlarını etkileyen kültürlenmeye maruz kaldıkları kritik alanlardır ve kampüslerin bu doğrultuda yapılandırılması gerekmektedir.

Ayrıca öncü çalışma yapma potansiyeline sahip alfa araştırmacıların desteklenmek yerine dışlandığını ve sindirildiğini görüyoruz. Ülkemizde akademik rekabet, akademisyenlere teşvik olma amacının ötesinde köstek olmak şeklinde işliyor. Kısaca söylem değil eylem geliştirmemiz, akademiyi toplumsal yapı içerisinde asli rolleriyle yeniden konumlandırmamız ve akademinin içerisinde AR-GE faaliyetlerini önceliklendirmemiz gerekiyor.

Son olarak akademik özgürlüğün göreceli olduğunu söyleyebiliriz. Oysa yükseköğretimde akademik özgürlüğün sağlanması yaşamsal bir öneme sahiptir. Yapılan işler çoğu zaman yapılması gerektiği için değil bir başka yöneticiyi mutlu etmek adına yapılabiliyor. Sorunlu başka bir durum ise yetkinliği sorgulanmadan söz hakkı verilen ve belirli bir zümreyi desteklemek adına ekranlara çıkarılan akademisyenler. Durum böyle olunca bilim yerine filim yapan akademisyen kitlesi ile her konunun uzmanı (!) olan ve aslında bilgi kirliliği yaratmaktan başka bir şey yapmayan başka bir kitlenin ortaya çıktığını görüyoruz. Ancak, bahsi geçen bu sorunları bir gecede aşmamız mümkün değil ve maalesef bu sorunları ortadan kaldırabilecek sihirli bir değneğimiz yok. Bir başlangıç yapmak adına belki de değişimi yukarıdan aşağıya değil de aşağıdan yukarıya yapılandırmalı, niceliksel ve niteliksel iyileştirmelerin yanı sıra zihinsel bir dönüşüm içerisine girmeliyiz.  Şu noktayı da özellikle vurgulamak istiyorum, eğer Anka kuşu gibi küllerimizden yeniden doğmak istiyorsak öncelikle ateşle yüzleşmeliyiz. Yani yükseköğretimde köklü ve radikal düzenlemeler yapmalı, kendi Rönesans’ımızı ilan etmeliyiz. Ancak bunun için cesur karar vericilere ve akademisyenlere ihtiyacımız var…

Sevgili hocam değerli bilgileriniz için size teşekkür ediyorum. 

Türkiye Hepimizin, Eğitim Hepimizin...