Kastamonu Üniversitesi Eğitim Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Hüseyin YOLCU ile muhafazakarlaşan pedagojimizi, İmam Hatip Liseleri'ni, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi derslerini, zorunlu seçmeli dinî derslerini, merkezi sınavlardaki DKAB sorularını ve karma eğitim karşıtlığını konuştuk.

“AKP’nin eğitim politikalarını kapsadıkları, benimsedikleri ve dışladıkları ile birlikte ele alınması gerekmektedir. Var olan toplumsal düzene alternatif yeni bir toplumsal oluşturma amacında olan AKP, son yirmi yıldır eğitimi, güçlü ideolojik bir aygıt olarak kullanmaktadır.   Bu doğrultuda AKP’nin İslamcı muhafazakâr anlayışına uygun olarak din, dinî eğitim veren okullar ve dinî değerler AKP’nin eğitim politikalarının temelini oluşturmakta,  eğitim/pedagoji cinsiyetçi, mezhepçi ve ötekileştirici içerikle yeniden yapılandırılarak üretilmektedir.”

“Öte yandan, eğitim ve pedagojinin güçlü yanlarından biri bireylerin özgürleşmesini kendisi ve çevresini dönüştürmesine olanak sağlamasıdır. Eğitimin görmezden gelinen bu güçlü yanı, bilimsel, laik, bir eğitimi inşa edecektir.”

Son 20 yılda AKP eğitim politikaları kıskacında muhafazakarlaşan pedagojimizi genel olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?

Cumhuriyet döneminden bu yana belli dönemler dikkate alındığında, Türk siyasal tarihinin 1923- 1950 arasının Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), 1950-1960 arasının Demokrat Parti (DP), 1960-1960 arasının Adalet Partisi (AP), 1980’lerde Anavatan Partisinin (ANAP), 2000’lerde Adalet Kalkınma Partisinin  (AKP)  etrafında biçimlenmiş olduğu görülmektedir. Dolayısıyla 1950’lerden bu yana genelde iktidarda olan sağ partilerin olduğu söylenebilir. Türkiye’deki sağ partilerin ortak üç temel özelliği ise milliyetçi, muhafazakâr ve İslamcı olmalardır. Bu üç özellik, az ya da çok sağ partilerin hepsinde farklı düzeylerde bulunur. Burada öncelikli olarak AKP’nin DP, AP, ANAP ve Milli Nizam Partisi geleneğinden gelen bir parti olduğunun belirtilmesi gerekir. Ancak AKP’yi kendisinin öncülü olan bu sağ partilerinden farklı kılan ise din unsurunu diğerlerinden daha fazla içermesidir. Konuyla ilişkili olarak belirtilmesi gereken diğer bir şey de Türkiye’de eğitim politikalarının siyasal iktidarlara göre değişebileceği DP’nin 1950’de iktidara gelmesiyle olmuştur. Dolayısıyla bu durum AKP’nin diğer sağ partilerden ayrışan diğer yönünü ortaya çıkarmaktadır. Buna göre AKP yirmi yıl gibi oldukça uzun bir süredir eğitim politikalarını belirlemede tek başına söz sahibi olma gücünü elinde bulundurmaktadır. AKP’nin 2002’den beri iktidarda olduğu göz önünde bulundurulduğunda yapılan bu belirlemenin doğrulu kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Kuşkusuz AKP gerek Türk siyasi tarihi bakımında gerekse de eğitim politikaları bakımından en tartışmalı partidir.

AKP’nin muhafazakârlığı İslamcı muhafazakâr değerlerden oluşmaktadır.  Bu değerlerin tek kaynağı ise İslam’ın spesifik bir yorumundan, kapsayıcı dinî bir söylemden çok ayrımcılık üreten Sünni Hanefi Mezhebi’dir. Toplumsal düzeni değiştirmek ve dönüştürmek isteyen siyasi iktidarların ilk yaptığı şeylerden biri eğitim ve onun pedagojik uygulamalarıdır. Diğer bir ifade ile okullardır.  Bunun nedeni, çocukların yetişkinlerden daha kolay etki altına alınmasıdır. Üstelik okulların kurumsal olarak ulusal devletin çatısı altında örgütlenmiş olması da siyasi iktidarların kitlesel okul eğitimini kontrol ve denetim altına almasını kolaylaştırır. Dolayısıyla 2002’den bu yana iktidarda bulunan ve eğitim politikalarına yön veren AKP sahip olduğu İslamcı muhafazakâr ahlak anlayışı doğrultusunda; eğitimi, okul sistemini ve pedagojiyi toplumu yeniden biçimlendirmede bir araç olarak kullanmaktadır.

Eğitimim sistemimizin daimi öncelikli okulları olan İmam Hatip Liseleri'nin son 20 yılına nasıl bakıyorsunuz?

İmam-hatip okulları (İHO), Cumhuriyet Dönemi ile birlikte Türkiye eğitim sistemine girmiş ve daha sonra imam-hatip liseleri (İHL) adını almıştır. Ancak bu okullar devamlı olarak da siyasi tartışmaların odağında olmuştur. Bu okulların sayısında 1970’lerden itibaren gözlenen hızlı artış ve buna bağlı olarak gereksinimden fazla mezun yetiştirmiş olması toplumun laik kesimince hep endişeyle karşılanmıştır. Öyle ki 1990’lı yılların ortalarında ortaöğretime devam eden her 10 öğrenciden biri bu okullara devam etmekte idi. Diğer yandan bu okulların sayısının sürekli artış göstermesine bağlı olarak gereğinden fazla mezun vermesi, bu okulların gizli gündeminin şeriat toplumu yaratmak mı olduğu yönünde laik kesimce her daim bir kuşkuyla karşılanmıştır. Konuya muhafazakâr toplumsal kesim açısından bakıldığında ise bu okullar, yalnızca onların çocuklarının dinî eğitim almasına hizmet etmektedir.

Türkiye’de İHL’lerinin sayısındaki artışı, yalnızca muhafazakâr ailelerin çocuklarına dinî eğitim aldırmak istemeleriyle açıklamak son derece yanıltıcı olur. İHL’lerine olan toplumsal talepte her ne kadar ailelerin çocuklarına dinî eğitim aldırma ya da öğrencilerin dinî eğitim alma isteği öne çıksa da bu talebin arkasında farklı etkenlerin de belirleyici olduğu görülmektedir. Örneğin ortaöğretim okulları içerisinde en fazla pansiyon olanağına İHL’lerin sahip olması dikkat çekicidir. Diğer bir etken ise muhafazakâr ailelerin kız çocuklarını imam-hatip olma durumları olmamasına karşın bu okullara göndermesidir.  Muhafazakâr kesim arasında özellikle imam-hatip okulu inşa etmek ve bu okullara bağış yapmak oldukça önemsenmektedir. Bu durumun doğal bir sonucu olarak imam-hatip okullarının fiziki olanakları ve koşulları ortaöğretim okulları içinde en iyi olanlar olmuştur. Dahası, bu çaba yalnızca okul açma ile sınırlı kalmamış; bu okulların fiziki donanımı, boş öğretmen kadrolarına derhal atama yapılması vb. durumlarla da kendini göstermiştir. Bir de buna muhafazakâr hükümetlerin, siyasi beklentilerle, yeni İHO açma çabası içinde olmalarını eklemek gerekmektedir. Sonuncusu ise AKP iktidarının önde gelen yöneticilerinin kendilerini birer rol modeli olarak sunmalarıyla ilgili olduğu söylenebilir. Örneğin her biri imam-hatip kökenli AKP’nin ileri gelen devlet temsilcileri, ortalama muhafazakâr ailelerin çocuklarını bu okullara göndermeleri için kendilerini birer rol modeli olarak sunmaktadır.

AKP iktidara geldiği 2002 yılından itibaren, kendisinden önceki diğer muhafazakâr partiler gibi İHL’leri kollama çabası içinde olmuştur. Örneğin 1990-1991 öğretim yılında 10.0687 olan İHL’lerinde öğrenci sayısı, 1996-1997’de 18.0372’ye ulaşmıştır.  Ancak sekiz yıllık zorunlu eğitimin uygulanmaya başlanıldığı 1997-1998 öğretim yılından İHL’nin ortaokul kısımları kapatılmıştır. Bunu takiben, Yükseköğretim Kurulu 30 Temmuz 1998 tarihinde getirdiği katsayı düzenlemesiyle İHL mezunlarının ilahiyat fakülteleri dışındaki fakültelere girmelerini zorlaştırmıştır. Bu iki düzenleme kısa zaman içerisinde etkisini göstermiş ve İHL’ye yönelik talebi sınırlandırmıştır.  AKP’nin iktidara geldiği 2002-2003 eğitim-öğretim yılında İHL öğrenci sayısının 64.534 olduğu görülmektedir.  Bununla birlikte, 2003-2004 öğretim yılında bu okullara devam eden öğrenci sayısı bir önceki öğretim yılıyla karşılaştırıldığında %32 bir artışla 84.898 olarak gerçekleşmiştir. Söz konusu bu artışın nedeni AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte katsayı sorununu kaldıracağı beklentisidir. YÖK  21 Temmuz 2009 tarihinde yapmış olduğu toplantıda yükseköğretimdeki farklı katsayı uygulamasını oy çoğunluğuyla kaldırmıştır.  Bundan sonraki süreçte, imam-hatip okullarında öğrenim gören öğrenci sayısındaki artış 1997’deki yasal düzenlemesinin öncesindeki kaldığı yerden devam etmiştir. 2012 yılındaki 4+4+4 düzenlemesinden sonra bu okullarda öğrenim gören öğrencilerin sayısı önceki yıllarla kıyaslanamayacak kadar hızlı bir artış göstermiştir. MEB verilerine göre, 2021-2022 öğretim yılında imam-hatip ortaokullarında 710.264 öğrenci, İHL’lerinde 617.278  öğrenci öğrenim görmektedir.

Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan 2011 yılında başbakan iken Isparta’da yaptığı bir konuşmada “kendilerine güç verdiği sürece İHO’lerini açmaya devam edeceklerini” söylemiştir. Ancak AKP iktidarı döneminde yeni İHL’leri açmanın ötesinde bu okullara; proje İHL, imam-hatip sosyal bilimler lisesi, imam-hatip fen lisesi adı altında yenin İHL açılarak bir çeşitlenmeye gitmiştir. aktarmaktadır. Ortaöğretime devam eden her 10 öğrenciden biri imam-hatip öğrencisi olduğu görülmektedir. Dolayısıyla  İHL’lerin düz liselerin yerini aldığı söylenebilir.

Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersleri öteki olmaya mı mahkum ediyor?

Sizin de bildiğiniz gibi Türkiye’de din ve din eğitimi ile ilgili konular hep tartışma konusu ola gelmiştir. Türkiye’de din kültürü ve ahlak bilgisi (DKAB) dersi 1950’li yıllardan sonra seçmeli ders olarak okutulmaya başlanmıştır. Ancak 12 Eylül 1980 Askerî Darbesi'nin devamında hazırlan 1982 Anayasasıyla zorunlu hale gelmiştir. Türkiye eğitim sistemine yön veren temel yasal düzenlemelerden biri olan 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunun laiklik ilkesini düzenleyen 12. maddesine 1983’te yapılan değişikle DKAB dersleri ilkokul dördüncü sınıftan itibaren okutulan zorunlu dersler arasında yer almıştır.

Türkiye’de din ve eğitim üzerinde yürütülen tartışmalar iki boyutta toplanmaktadır. Bunlardan ilki, DKAB derslerinin içeriği ile ilgilidir. Bunun nedeni zorunlu DKAB dersinin aslen Sünni İslam inancının Hanefi mezhebini öğreten bir ders niteliğinde olmasıdır.  DKAB dersleri bünyesinde öğrencilere dinî bilgilerin yanı sıra dualar ezberletilmekte; ibadetlerin nasıl uygulanacağı anlatılmaktadır. Dolayısıyla DKAB dersi Anayasa ve uluslararası sözleşmeler tarafından güvenceye alınan din ve vicdan hürriyeti, eğitim hakkı ve ayrımcılık yasağı gibi pek çok temel insan hakkını ihlal etmektedir. Son yıllarda DKAB dersinin içeriği İslam dışındaki dinlere ilişkin daha fazla bilgi verecek biçimde değiştirilmiş olsa bile, yine de uluslararası standartların oldukça gerisindedir. DKAB kitaplarında her ne kadar Yahudilik, Budizm, Alevilik, Nusayrilik gibi farklı inanç ve mezheplerden söz edilse de tek doğru ve meşru yaşam biçiminin Sünnî İslam’a dayalı Müslümanlık olduğu mesajı verilmektedir. Ayrıca Türkiye’de Sünnî Hanefi mezhebinden sonra ikinci en büyük mezhep olan Aleviliğe ilişkin verilen bazı bilgiler de gerçeği yansıtmamaktadır.

Din ve eğitimle ilgili yürütülen tartışmalardan ikincisi ise zorunlu din dersinin kaldırılmasıyla ilgilidir.  Hıristiyan ve Musevi ailelerin çocukları bu dersten muaf olabilmektedir. Ancak bunun için ailelerin öncelikle inançlarını belgelendirmeleri gerekmektedir. Bununla birlikte; İstanbul, İzmir ve Antalya’da muafiyet hakkını kullanmak isteyen Hristiyan ailelerin çocuklarına okul tarafından zorluk çıkarıldığı, bu ailelerin çocuklarının DKAB dersine katılmaları için baskı yapıldığı, DKAB dersine giren Hristiyan kökenli öğrencilere Kelime-i Şahadet getirttirildiği kamuoyu gündemine taşınmıştır. Bunun dışında, bazı aileler ise din dersinden muafiyet hakları olmasına karşın kendi çocuklarını ötekileşmekten korumak adına bu yola başvurmayı tercih etmemektedir. Diğer yandan Hıristiyan ve Musevi ailelerin çocukları dışında, başka inanç mensubu olan veya herhangi bir nedenden dolayı çocuklarının bu dersi almasını istemeyen ailelerin çocuklarının bu dersten muaf tutulması mümkün olmamaktadır. Bu açık bir biçimde ötekileştirmeden başka bir şey değildir.  

Öğrenciler seçmeli dinî dersleri seçmek zorunda mı bırakılıyor yani bir nevi zorunlu seçmeli mi bu dersler?

Türkiye eğitim sisteminde genel olarak bireylerin genel yeteneklerinin geliştirilmesi üzerine kurulmuş, özel yeteneklerin geliştirilmesi dikkate alınmamıştır. Söz konusu bu durum çağdaş eğitim sistemlerin en önemli özelliklerinden biri olarak öne çıkmaktadır. Konuya buradan yaklaşıldığında, özel yeteneklerin geliştirilmesi bir anlamda bireysel farklılıklara yönelmek ve bireysel farklılıkları ortaya koyabilmekle mümkündür. Dolayısıyla, öğrencilerin özel yetenekleri göz önünde bulundurarak eğitim programında çok sayıda seçmeli derse yer verilmesi idealdir. 4+4+4  eğitim sistemiyle birlikte ortaokullarda ve ortaöğretim okullarında seçmeli ders alanlarından birini de “Din, Ahlak ve Değerler” alanı oluşturmuştur. Bu alan kapsamında Hz. Muhammed’in Hayatı, Kur’an-ı Kerim ve Temel Dinî Bilgiler adlı üç derse yer verilmiştir. Seçmeli derslerin öğrencilerin özel yeteneklerini geliştirmesi gereken dersler olması gerektiği düşünüldüğünde, bu derslerin İHO’ları dışındaki okullarda öğrenim gören öğrencilerin hangi özel yeteneklerini geliştireceği sorusunun yanıtı karşılıksız kalmaktadır.  Öte yandan söz konusu bu derslerin seçmeli olması, farklı din ve inanca mensup öğrencilerin kimi okullarda ayrımcı uygulamalarla karşı karşıya kalmalarını engellememektedir. Uygulamanın başladığı yıldan itibaren kimi okullarda Müslüman olmayan öğrencilerle birlikte bu dersleri tercih etmeyen Müslüman öğrencilerin de haklarının ihlal edildiği durumlar yaşanmaktadır. Okullarda seçmeli din derslerinin seçiminin tam anlamıyla isteğe bağlı bırakıldığını söylemek mümkün değildir. Bazı okullarda seçmeli din derslerinin aileler ve öğrenciler yerine ya doğrudan okul yönetimi tarafından seçildiği ya da diğer seçmeli dersler için öğretmen bulunmadığı gibi söylemlerle öğrencilerin seçmeli din derslerini almak zorunda bırakıldığı görülmektedir. Bazı okullarda farklı inanç ya da mezhepten olan öğrenciler, okul yöneticileri, öğretmenler ve/veya arkadaşları tarafından damgalanacakları korkusuyla bahsi geçen bu dersleri seçmek zorunda kalabilmektedir. Diğer yandan, ailelerin dinî kimliklerini açıklamadan bu tür uygulamalara karşı resmî şikâyet olanakları bulunmamaktadır Dolayısıyla, bu ailelerin çocukları ya bu dinî dersi almak ya okul değiştirmek, ya da seçmeli derslerini başka bir okulda görmek durumunda kalmaktadır.

Yeni seçmeli dil dersi olan Arapça hakkında ne düşünüyorsunuz?

Türkiye’de yabancı dil öğretiminin uzun bir geçmişi vardır. Bunda Kur’an-ı Kerim’in dilinin Arapça olması ve Osmanlı topraklarının çok geniş bir alana yayılmasının tarihsel süreçte yabancı dil öğrenmeyi bir gereklilik haline getirmiş olduğu söylenebilir. Ancak Batılılaşma hareketlerinin etkisiyle de ilk önce Fransızca daha sonra Almancanın öğreniminin önem kazandığı görülmektedir. Türkiye’nin NATO’ya üye olması ve takiben ilerleyen süreçte de Avrupa Birliği ile olan ilişkiler ise İngilizce öğrenimi daha fazla öne çıkmıştır. Bununla birlikte Türkiye’de kamu okullarında yabancı dil öğretiminin sorunlu olduğu da bilinmektedir. Arapçanın seçmeli ders olmasıyla ilgili düzenleme 24 Mart 2010 tarihinde gerçekleşmiştir. Bakanlar Kurulu’nun 8 Nisan 2010 tarihinde aldığı karara dayanarak MEB Arapçayı ortaöğretim okullarında seçmeli dil haline getirilmiştir. Bu gelişmeler Nimet Çubukçu’nun Bakanlığı döneminde olmuştur.

Türkiye’de bir yabancı dil eğitimiyle ilgili en önemli düzenlemelerden biri 4+4+4 eğitim sistemine geçişle birlikte gerçekleşmiştir. Buna göre İngilizce dersi 2. sınıftan itibaren zorunlu zorunlu hale getirilmiştir. Söz konusu bu kararın arkasında, yabancı dil öğrenmenin zaman içinde diğer eğitim aşamaları üzerinde güçlü bir çarpan etkisi yaratacağı beklentisi bulunmaktadır. MEB, aldığı bir kararla 2013-2014 öğretim yılından itibaren ilkokullarda öğrencilerin Almanca ve Fransızcayı seçmeli yabancı dil olarak almasının önünü açmıştır. MEB, Din Öğretimi Genel Müdürlüğü’nün teklifi üzerine 13 Ekim 2015 tarihinde ilkokul 2. sınıftan itibaren seçmeli ders olarak okutulmasına yönelik bir karar almıştır.  Böylelikle söz konusu bu iki seçmeli yabancı dile bir üçüncü seçmeli ders olarak da Arapça eklenmiştir.  Diğer iki seçmeli yabancı dilin aksine Arapçanın 2015-2016 öğretim yılından itibaren okutulmasına yönelik hazırlıklara hemen başlanmıştır.  Diğer iki seçmeli dersin bir an önce okutulması için herhangi bir girişimde bulunmazken Arapça için bu kadar aceleci olunması, bir de teklifin Din Öğretimi Genel Müdürlüğü’nden gelmesi oldukça anlamlıdır. Din Öğretimi Genel Müdürlüğü’nün dil eğitimi ile ne ilişkisi olabilir. Dolayısıyla dil eğitimi ile din eğitimi amaçlanmaktadır? Seçmeli Arapça dersinin konuları arasında dinî içeriklerin bulunması ne yazık ki bu konudaki kaygıları doğrulamaktadır. Seçmeli dinî derslerle ilgili yaşananların ilerleyen yıllarda seçmeli Arapça içinde yaşanması olasılık dahilindedir. AKP’nin seçmeli Arapça dersini getirmiş olmasının tasarladığı muhafazakâr toplum yapısıyla doğrudan ilişkili olduğu söylenebilir. 

Merkezi sınavlardaki DKAB soruları ötekileştirmenin diğer bir yolu mu?

Türkiye’de ilköğretimden ortaöğretime, ortaöğretimden de yükseköğretime geçiş merkezi sınavla olmaktadır.  Bu sınavlardan ilkini MEB yaparken iken ikincisini ise Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi [ÖSYM] tarafından yapılmaktadır. Söz konusu merkezi sınavlarda daha önce DKAB sorularına yer verilmez iken 2013-2014 öğretim yılından itibaren bu konuda tam tersi bir uygulamaya gidilmiştir. ÖSYM 2012-2013 eğitim-öğretim yılında o zamanki adı Yükseköğretim Geçiş Sınavında (YGS), MEB de 2013-2014 eğitim- öğretim yılından itibaren bu sorulara yer vermeye başlamıştır.  DKAB dersi sorularının diğer derslerle aynı oranda etkili olması, öğrencilerce bu derse eskisinden daha fazla önem verilmesine neden olmuştur. Bununla birlikte, imam-hatip ortaokul ve liselerinde okuyan öğrenciler için, daha nitelikli olduğu düşünülen yükseköğrenim kurumlarına yerleşmede bu soruların sınavlarda yer almasının diğer öğrencilere kıyasla avantaj sağlayacağı söylenebilir. Yani bir anlamda bu öğrencilere yönelik pozitif ayrımcılık yapılmıştır. Dolayısıyla, bu durum bir bakıma, ailelerin çocuklarını dinî eğitim veren bu okullara göndermesini örtük bir biçimde teşvik etmektedir. Bu sınavlara giren öğrencilerin farklı din veya inanç mensubu olabileceğinin yanı sıra bazılarının da bu dersten muaf oldukları görmezden gelinerek bütün öğrencilerin aynı özellik ve koşullara sahipmişçesine din dersi soruları için tek bir sistemin geliştirilmesi açık bir biçimde ötekileştirmedir. Burada belirtilmesi gerekenlerden biri de bazı ailelerin çocuklarına özel DKAB dersi aldırmaya başlamış olduklarıdır. DKAB’nin bir saatlik özel ders ücreti ise 75-220 TL arasındadır. Bilindiği gibi Türkiye’de özel ders verme uygulaması oldukça yaygındır ve bu piyasasını büyüklüğü tam olarak bilinmemektedir. Böylelikle dinî ve dinî değerleri kutsayan bir iktidar olarak AKP, bu zamana kadar piyasanın dışında kalmış olan DKAB dersini ve öğretmenlerini de farkında olarak veya olmadan bir biçimde bu piyasaya dahil etmiştir.

Karma eğitim karşıtlığı erkek siyasetinin hegemonyasına mahkum olmak mıdır?

Karma eğitim, erkek ve kızların aynı okullarda öğrenim gördüğü ve her türlü eğitim çalışmalarını birlikte yürütmeleri için uygun öğrenme ortamlarının oluşturulduğu eğitim modelidir. Karma eğitim sadece eğitim alanı ile ilgili olmayan, toplumsal, sosyolojik ve pedagojik açıdan çok yönlü özellikleri olan bir uygulamadır. Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren, kamusal eğitimin yapılandırılmasında, karma eğitim önemli bir ilke olarak görülmüştür. Bununla birlikte Türkiye’de son yıllarda karma eğitimin bir tartışma konusu haline getirilmeye çalışıldığı görülmektedir. Karma eğitim karşıtlığının temelinde, büyük ölçüde dinî gerekçeler ve muhafazakâr yaşam tarzı olduğu bilinmektedir.  Bu konudaki tartışmaların başlangıcını, hükümete yakınlığı ile bilinen Eğitimciler Birliği Sendikası’nın [Eğitim- Birsen] MEB’in düzenlediği 19. Milli Eğitim Şûrası’nda karma eğitimin kaldırılması için vermiş olduğu öneri sağlamıştır.  Eğitim- Bir- Sen’in bu önerisi Şura’da gündem dışı olduğu gerekçesiyle kabul görmemiştir.  AKP hükümeti, bu olayın hemen ardından karma eğitimin kaldırılmasının gündemlerinde olmadığını belirtmiştir.  Ancak hükümet içinden kimi yetkililer karma eğitime karşı oldukları yönünde açıklamalarda bulunmaktan da geri kalmamıştır.

Karma eğitimi kamuoyunun gündemine taşıyan yalnızca Eğitim-Bir-Sen değildir. Bunun dışında AKP hükümetine yakınlığı ile bilinen kimi gazete ve sivil toplum örgütlerinin de yapmış oldukları haberler ve hazırlamış oldukları çalışmalarla, bu tartışmalara destek verdikleri görülmektedir. Karma eğitime karşı tartışmalarının arkasını doldurmak için ise “karma eğitimin kız öğrencilerinin güvenliğini tehdit ettiği, onların akademik başarısını düşürdüğü, erkeklerle eşit yarışma fırsatını engellediği, tercih hakkını sınırlandırması nedeniyle demokratik olmadığı” gibi argümanlar üretilmiştir. AKP hükümeti karma eğitimi kaldırma konusunda bir girişimde bulunmadıysa da ortaöğretim ve yükseköğretim bünyesindeki karma öğrenci yurtlarını tek cinsiyetli yurtlara dönüştürme yoluna gitmiştir. Dolayısıyla, 19. Milli Eğitim Şurası’nda gündeme gelen karma eğitim tartışmalarından sonra, ortaöğretim ve yükseköğretim bünyesindeki karma yurtların tek cinsiyet yurduna dönüştürülmek istenmesi, AKP hükümetinin toplumu muhafazakâr bir çizgiye dönüştürme projelerinden biri olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak alanyazında yükseköğretim öğrencilerinin barınma yeri tercihi ve sorunlarını konu edinen araştırmaların hiçbirinde karma eğitim sorunu içeren herhangi bir bulgu yoktur. Sorunuzun yanıtı karma eğitim ile başörtüsü arasında kurulan ilişkiyle vermek mümkün. Bir birey olarak kadın, başörtüsü ile yaratıcıya olan teslimiyetini sunarken, aynı zamanda erkekle arasına mesafe koyar. Dolayısıyla okullarda, bir anlamda, kız öğrencilerin başını örterek kulluk görevini yerine getireceği göz önünde bulundurulduğunda, erkek öğrencilerle arasına mesafe koyma noktasında karma eğitim kuralı ile karşılaşır. İşte tam da bu noktada mevzi savaşları açısından karşı mevziinin hegemonyasında kadın siyasi bir araç haline dönüştürülmüş olmaktadır.

Eğitimde iktidara yakın olan kişilerin yönetici olması eğitim yönetiminde kadrolaşma olarak kabul edilebilir mi?

AKP iktidara geldiği 2002 yılından itibaren hemen hemen tüm kamu kurum ve kuruluşlarında hızlı bir kadrolaşma sürecine girmiştir. Bu kadrolaşma süreci açık bir biçimde laik olanların, farklı mezhep ve dinden olanların, sol görüşlü olanların ve belirli sendikaların üyesi olanların aleyhinedir.  Elbette ki, kadrolaşmanın en yoğun yaşandığı kurumlardan biri de eğitim kurumları olmuştur.  Türkiye’de eğitim ve okul yöneticilerinin seçilmesi ve atanmasının öteden beri bir tartışma konusu olagelmiştir. Bunun nedeni ise, iktidara gelen her siyasi partinin belli bir yeterliliğe sahip ya da hizmette başarılı olanların yerine, kendi siyasi düşüncelerine yakın olanları yönetici olarak atamak istemeleridir. Bir anlamda, iktidarlar kendi yönetici kadrolarını oluşturarak eğitimin yapısını, içeriğini ve pedagojik uygulamalarını kontrol etmek ve denetim altında tutmak istemektedir.

AKP eğitim yönetimindeki kadrolaşmasını 1041 okul müdürü ile il ve ilçe milli eğitim müdürlerinin tamamının görevden alarak başlatmıştır. Bu konuda elini daha de güçlendirmek için yönetici seçme ve atama yönetmeliğinde sık sık yeni düzenlemelere gitmiştir.  Öyle ki AKP’nin 2004-2010 yılları arasında bu konuda yaptığı yasal düzenlemelerin sayısı 30’a ulaşmıştır.  Örneğin 2014 yılında yapılan düzenleme, yeni okul müdürü olacak yöneticilerin sözlü sınavla alınmasını içermiştir. Yapılan bir araştırmada sözlü sınavın nesnellikten uzak, iktidara yakın siyasi düşünceyi temsil eden Eğitim-Bir-Sen üyeleri dışındaki diğer sendika üyelerini dışlayıcı/eleyici olduğunu ortaya koymaktadır. Yine yapılan diğer bir araştırmada “iktidara yakın olanların ya da belli bir sendikaya üye olanlara kayırmacılık anlamında pozitif ayrımcılık yapıldığı, bu kişilere okul müdürü veya müdür yardımcılığı gibi kariyer fırsatları sunulduğu tespit edilmiştir. MEB’de görev yapan her dört okul yöneticisinden üçü Eğitim Bir-Sen üyesi olması oldukça düşündürücüdür. Ne yazık ki eğitim sisteminin başarısızlığı gündeme geldiğinde öğretmen yetiştirme ve öğretmenlerin niteliği sorgulanır iken yönetici yetiştirme ve yöneticilerin niteliği hiç tartışma konusu yapılmamaktadır.

İktidarın kendisine yakın kişileri okul yönetici olarak ataması, onun eğitimde muhafazakârlaşmayı öngören eğitim reformlarının okullarda hayata geçirilmesini hızlandırdığı söylenebilir. Bunu kimi okul yöneticilerinin öğrenciler ve öğretmenlere yönelik basına yansıyan baskı ve ayrımcılık uygulamaları üzerinden somutlaştırmak mümkündür.  Örneğin yer alan bir habere göre, bir lise müdürü etek giyen kız öğrencilere ayak bileklerine kadar uzun etek giyen öğrencileri örnek göstermiş, “Erkek öğrenciler tahrik oluyor, etek giymeyin” şeklinde ifadeler kullanmıştır. Saçı biraz uzun erkek öğrencilere ise “saçlarınızı uzatacaksanız etek giyin, öyle gelin” demiştir. Antalya ilinde bir lisede yaşanmış başka bir olay da yazılı ve sözlü basının gündemine oturmuştur. Söz konusu habere göre, “okulun kadın müdür yardımcısı, erkek öğrencilerinden timler oluşturarak, kısa etek giyen kız öğrencilerin peşine takıldığında, kız öğrencilerin bundan yılarak daha düzgün giyineceklerini ileri sürmüş ve bu yönde girişimlerde bulunmuştur.  Yukarıda din dersi ve seçmeli dersler konusunda okul yöneticilerinin farklı din ya da inanç mensubu olanlara karşı göstermiş oldukları davranış ve tutumla, burada dile getirilenler birlikte ele alındığında AKP’nin niçin kendi siyasi düşünce ve görüşlerine yakın olanları okul yöneticisi yaptığı/yapmak istediği ya da kadrolaşmak istediği daha iyi anlaşılacaktır.

Son olarak sonuç yerine neler söylemek istersiniz?

AKP’nin eğitim politikalarını kapsadıkları, benimsedikleri ve dışladıkları ile birlikte ele alınması gerekmektedir. Var olan toplumsal düzene alternatif yeni bir toplumsal oluşturma amacında olan AKP, son yirmi yıldır eğitimi, güçlü ideolojik bir aygıt olarak kullanmaktadır.   Bu doğrultuda AKP’nin İslamcı muhafazakâr anlayışına uygun olarak din, dinî eğitim veren okullar ve dinî değerler AKP’nin eğitim politikalarının temelini oluşturmakta,  eğitim/pedagoji cinsiyetçi, mezhepçi ve ötekileştirici içerikle yeniden yapılandırılarak üretilmektedir. Öte yandan, eğitim ve pedagojinin güçlü yanlarından biri bireylerin özgürleşmesini kendisi ve çevresini dönüştürmesine olanak sağlamasıdır. Eğitimin görmezden gelinen bu güçlü yanı, bilimsel, laik, bir eğitimi inşa edecektir.

Sevgili hocam değerli bilgileriniz için size teşekkür ediyorum.

Türkiye Hepimizin, Eğitim Hepimizin...