Eğitimci Feyzi Coşkun ile eğitimimizin nasıl yeniden ayağa kaldırılabileceğini konuştuk.

Eğitimin durumunu nasıl görüyorsunuz?

Çağın insanını yetiştirme etkinliği olan eğitim anlayışından uzaklaştırıldık. Çağdışı bir eğitim ortamına sürüklendik.

Eğitimin durumu Köy Enstitülerinin kapatılmasından bu yana giderek kötüleşiyordu. Ancak bu iktidar döneminde, deyim yerindeyse, tüy dikildi.

Çünkü bilimsellikten, ulusallıktan, kamusallıktan, parasızlıktan, fırsat eşitliğinden giderek uzaklaştırıldı ve dinsel etkilere açıldı.

Eğitim yönetimi, akılcı ve bilimsel düşünmekten uzak insanların eline düştü.

Öyle ki, Cumhuriyetin eğitim devriminin en önemli yasası olan “Öğretimin Birleştirilmesi Yasası” neredeyse devre dışı bırakılmış, cemaat ve tarikatlar, kursları ve her düzeydeki okullarıyla, milli eğitimin dışında “paralel bir eğitim yapısı” oluşturmuşlardır. Bununla yetinmeyerek, Milli Eğitim Bakanlığıyla “protokol” denilen belgeler imzalayarak, eğitimin yönetimi, işleyişi, programları, donatımı, kadroları ve kaynakları üzerinde etkileyici bir konum kazanmışlardır.

Deprem sürecinin yeniden gündemimize soktuğu bir deyişle söylersek, bu gelişmeler nedeniyle ağır bir “eğitim enkazı” oluştu.

Bu eğitim ortamında, ne yazık ki, birkaç kuşağın çocuk ve gençleri, toplumun geleceğini olumsuz etkileyebilecek bir anlayışla yetiştirildi, yetiştirilmektedir. Uluslaşma, aydınlanma, özgürleşme, yurttaşlaşma, çağdaşlaşma süreci durduruldu denilebilir. Ve öyle görünüyor ki, İslamcı/şeriatçı çevreler, yeniden ortaçağ karanlığına özlem duyan kuşaklar yetiştirmek için çırpınmaktadır.   

Bu süreç bir an önce durdurulmalıdır.

Bu durum eğitim düzenimizi nasıl etkiledi?

Eğitim düzenimizin bütün boyutlarıyla çok olumsuz etkilendiği ortada. Ana sınıfından yüksek öğretime dek tüm eğitim-öğretim basamakları derin yara aldı. Az çok dünya ile iletişimi etkileşimi olanlar yıkımın ayırdında. Ancak, halkımızın önemli bir bölümü bu ağır yıkımın yeterince ayırdında değil. Hatta “inançlı nesiller” yetiştiriliyor kanısında.

Ülkemizin eğitim bilimcileri, yansız medya, ama özellikle eğitim işkolu sendikaları, dernekler, vakıflar daha etkili çalışmalarla toplumun dikkatini bu duruma çekmelidirler.

Bu yıkımın etkilerini sıralarsak şunları öncelikle sayabiliriz:

-          Eğitimin eleyiciği arttı: Eğitimin merkezinde “çocuk” yerine “bilgi ve beceri” yer alıyor. Sınıfta bırakmalar sürüyor. Her okul türü ya da üst basamaklara geçiş için çocuklar “yarış”tırılıyor.  Yoksullar yarışta dökülüyor. Üstelik, bencillik ve ezbercilik özendiriliyor. Yarış, eğitimin kazandırması gereken barış, kardeşlik, dostluk, yardımlaşma, dayanışma, adil paylaşım… gibi değerleri kazandırmaktan uzaklaştırıryor.

-          Eğitimin seçkinciliği arttı: Her biri özgün ve farklı niteliklerdeki çocuklar aynı programla yetişmeye zorlanıyor. Zekâ düzeyleri, öğrenme hızları, olanakları farklı çocukların eşitlik adına aynı programa sokulmaları gerçekçi değildir. Zihinsel yeterliliği ve başarısı üstün olanlara ayrıcalıklı davranıldığı herkesin bildiği bir şeydir. Özel okul ve kurslar da bu seçkinciliği körüklemektedir. Çocuğun özgün niteliklerinin gelişimini temel alan gerçekçi ve “çocuğa görelik” değerlendirmesi eğitim ortamından dışlanmış gibidir.

-          Eğitim hakkına ulaşım hala tam sağlanamadı: 2021-2022 eğitim istatistiklerine göre, Türkiye'de geçen yıl okul öncesi eğitim, ilköğretim ve ortaöğretim düzeyinde 19 milyon 155 bin 571 öğrenci örgün eğitim aldı. Buna karşılık okul kaydı bulunmayan 1 milyon 201 bin, açık öğretimdeki 1 milyon 738 bin ile mesleki eğitim merkezlerindeki 401 bin çocuk gözönüne alınınca, örgün eğitimde olmayanların toplam sayısı 3 milyon 340 bin civarına yükseliyor. Bu çocukların genellikle yoksul kesim çocukları olduğu açıktır.

-          Eğitimin bilgi yükleyiciliği ağırlıktadır: Eğitim düzenimiz, sözü edilen nitelikleri nedeniyle bilgi yüklemeye dayanmaktadır. Değişmesi kaçınılmaz olan, hatta geçerliliği sona ermiş bilgilerin ezberletilmesi sürdürülmektedir. Medrese geleneğinin etkileri sona erdirilememiş, dahası son yıllarda artmıştır. Açılan mescitler de gözönüne alınarak, okullar hızla medreseleştirilmektedir.

-          Eğitimin ücretliliği artmaktadır: 2022 yılı eğitim istatistiklerinde özel okullar 14.179’dur. Öğrenci sayısı da 1.578.233’tür. Milli eğitimdeki payı 2023’te %9’dur. Bu oranın OECD ortalaması olan %13’e yükseltilmesi öngörülmektedir. Şu sayısal veriler düşük gibi görünse de, uygulanan özendirme uygulamalarıyla özel öğretime önemli büyüklükte kaynak aktarılmaktadır. Kamu okullarındaki nitelik düşüşü Orta ve üst sınıflarda giderek özel öğretim kurumlarına yönelişi artırmaktadır.

Öte yandan kamu okullarına genel bütçeden ayrılan kaynaklar her yıl giderek azalmakta, bu durum okul yönetimlerinin gereksinimler için veli katkısı istemlerini her yıl artırmakta, neredeyse özel okul ücretleri düzeyine zorlamaktadır. Artan bu giderleri yoksul aileler karşılayamaz duruma düştükçe, çocuklarını örgün eğitimden kaçırma, kuran kursu gibi alanlara yöneltebilmektedir. Tarikat ve cemaatlerin “sibyan mektepleri” gibi denetimsiz “merdiven altı” alanlarına sürüklenmelere ortam yaratılmaktadır.

Bu koşullar, eğitimi herkes için bir hak olmaktan çıkarmakta, parası ya da gücü olanların ulaşabildiği, alınır satılır bir mal ve hizmete dönüştürmektedir.

-          Eğitim hızla ve yaygın olarak ideolojikleştirilip dinselleştirilmektedir: Milli Eğitim Temel Kanununda 1980 sonrası yapılan değişikliklerle “Temel İlkeler” karmaşıklaştırılmış ve bulanıklaştırılmıştır. 12 Eylül Faşist yönetimince, dogmatik bir sözde “Atatürkçülük” dayatılmış,  “zorunlu din kültürü ve ahlâk öğretimi” getirilmiştir. Böylece eğitimin bilimselliğini dışlamayı kolaylaştıran bir ortam yaratılmıştır. Üstüne bir de, felsefe ve toplum bilim dersleri ya kaldırılmış ya da önemli ölçüde azaltılmış, konuları bilimsellikten uzaklaştırılmış, dahası din ve ahlak öğretmenlerinin eline bırakılmıştır.

Bütün bunlar yetmezmiş gibi, özellikle AKP iktidarı döneminde Milli Eğitim Bakanlığı, tarikat ve cemaatlerle “protokol” denilen sözleşmeler imzalayarak, onları eğitimin neredeyse her alan, tür, basamak, yönetim ve uygulamalarına karışır duruma getirmiştir. 

Kesintilendirilen eğitimin ilköğretim aşamasının kuran kurslarında geçen bir bölümünün zorunlu eğitimden sayılması yolu açılmıştır.

-          Eğitim Düzeninin sürekliliği sık sık değiştirilmektedir: Neredeyse her iktidar, hatta her bakan, döneminde eğitim düzeninin yapısı, işleyişi ve yönetimi değiştirilebilmektedir. “Örgün” ve “yaygın” olarak düzenlenmişse de eğitimin yaş aralıkları, basamak ve zorunluluk süreleri, planlama, programlama, yönetim ve denetim düzeni, öğretmen yetiştirme ve atama-yükselme süreci sıkça değiştirilebilmektedir.

AKP iktidarıyla yürürlüğe giren ve adına  “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” denilen düzendeyse, Milli Eğitim Bakanlığının yapısı, işleyişi ve yönetimi yeniden düzenlenmiş, Bakan Cumhurbaşkanlığının memuru konumuna getirilmiş, müsteşarlık kaldırılıp “bakan yardımcısı” denilen bir bakıma “Cumhurbaşkanı gözcüsü” denilebilecek, zaman zaman bakandan daha etkili görünebilen görevliler devreye sokulmuştur.

Bakanlığın, Talim ve Terbiye Kurulu, Teftiş Kurulu, Müdürler Kurulu… gibi kurullar planlama, programlama, denetim, rehberlik ve teftiş işlevlerini gören kurullar ortadan kaldırılmış, Bakanlık “dış etkiler” ve “tek adam” keyfiliklerinin oyun alanına dönüştürülmüştür.

-          Öğretmenlik saygınlığı ortadan kaldırılmış, sıradanlaştırılmış bir mesleğe dönüştürülmüştür: Köy Enstitülerini kapatılmasından başlayan bir süreçle, öğretmenlik toplumun gözünden giderek düşürülmüş, nitelikli öğretmen yetiştirme düzeni ortadan kaldırılmış, öğretmenler “anarşi”nin sorumluları gibi gösterilebilmiş, bir ara her alandan yükseköğretimi bitirenlerden bile isteyenler öğretmenliğe alınabilmiştir. Bunlar da bahane edilerek, öğretmenlerin özlük hakları ve ücret ve aylıkları aşındırılmış, öğretmenlik sıradan bir mesleğe dönüştürülmüştür.

Oysa, öğretmen, köyünün, mahallesinin ve bulunduğu toplumsal konumun ya da kesimin düşünce üreticisi,  öncüsü, sözcüsü, yol göstericisi, sorun çözücüsü, uygarlık ve yenilik olanaklarının taşıyıcısı olarak görülmekte, o ölçüde de değer görmekteydi.

Şimdi mahallesinin ortalama düzeyinin bile gerisine düşürülmüştür. Bu durum öğretmen-okul, öğretmen-veli, öğretmen-öğrenci ilişkilerini de sıradanlaştırmış, üzülerek söylemeliyim ki, neredeyse sokak ilişkilerine indirgemiştir. 

Peki bu süreç nasıl durdurulabilir, ağır “eğitim enkazı” nasıl kaldırılabilir? Bunun için neler yapılabilir?

Öncelikle bilinmeli ki, bu enkaz, küçük onarımlarla düzeltilebilir görünmüyor. Bu “enkaz”ın  kaldırılması için, durumu tüm boyutlarıyla anlayıp kavramış, uygar dünyadaki eğitim uygulamalarından, eğitim bilim alanındaki gelişmelerden haberli, kararlı ve yeterince bilinçli, evrensel ve bilimsel eğitim tanımını anlayıp benimsemiş eğitimciler öncülüğünde bir  “yeniden eğitim devrimi” yapmak gerekmektedir.

Elbette, ilk adım bu gereksinimi duyan bir iktidarın iş başına getirilmesidir. Önümüzde bir seçim süreci olduğuna göre, durumun ayırdında olan, çocukları ve torunlarını kurtarmak, gelecek kuşakları da korumak isteyen tüm yurttaşlarımızın bu beklentiye uygun bir iktidar seçeneğini oluşturmak için çaba göstermesi gereklidir.

Türkiye’nin de onaylayıp iç yasa niteliği kazandırdığı, uluslararası bildirge ve sözleşmelerde eğitim, evrensel bir tanıma evrilmiş, ”İnsan kişiliğinin tam geliştirilmesi” olarak tanımlanmıştır. Bizim Milli Eğitim Temel Kanunu da milli eğitimin temel amaçlarını, 1. İyi insan yetiştirmek, 2. İyi yurttaş yetiştirmek,    3. İyi meslek insanı yetiştirmek… olarak belirlemiştir.

Bu tanımlar, geleneksel düşüncelerden farklı olarak, çocuğun büyüklerin isteğine göre “eğilip bükülmesini, yontulmasını, biçimlendirilmesini…” değil, doğuştan getirdikleri kendi özgün nitelik ve yeteneklerini ortaya çıkarıp geliştirmesine, kullanma alışkanlık ve becerileri kazanmasına yardımcı olan bir etkinlik ortamı sunmayı gerektirmektedir.

Eğitim etkinlikleri, çocuğun, ezbercilikten, koşullandırmadan korunmasını; doğru düşünme, araştırma, sorgulama, değerlendirme, eleştirme, yargılama ve çıkarımlarda bulunabilme yetenek ve becerileri kazandırılması işlevi görmelidir.

Elbette, barışçıl ve hoşgörülü ilişkiler kurma, işbölümü ve işbirliğine yatkınlık, dayanışma ve adil paylaşım… gibi olumlu değerleri benimsetmeli, her türlü ayrımcılık, dışlayıcılık, ırkçılık, etnikçilik… gibi olumsuz değerlere karşıtlık anlayışı kazandırmalıdır.    

Bu tanım ve amaçlar, eğitimin, bilimsel, ulusal, insan hak ve özgürlükleriyle uyumlu olmasını gerektirir.

Yeni iktidarın, hızla, merkezde, taşrada, anaokulları da içinde olmak üzere, tüm okullarda ve üniversitelerde, kısacası eğitimin her kademesinde,  bu amaç ve anlayışı içtenlikle benimsemiş yönetici ve öğretmenleri işbaşına getirmesi kaçınılmaz zorunluluktur.

Tüm eğitim öğretmen kadrosunun, hızla bu anlayışı benimsemesini sağlayacak bir hizmetiçi eğitime alınması da önemli ve öncelikli bir gereksinimdir.

Ancak en acil olanı ve hemen bugünden yapılması gereken ise, eğitim yönetiminin merkez ve taşra örgütünde, bu beklentileri gerçekleştirmeye uygun nitelikleri taşıyan ve derhal görevlendirilebilecek eğitim yönetimi kadrolarının, eğitim işkolu sendikalarının da görüş ve önerileri alınarak, şimdiden hazırlanmasıdır.

Peki, sergilediğiniz bu durumu göz önüne alırsak, “Siz Milli Eğitim Bakanı olsaydınız, “enkaz”ı kaldırıp yeniden Cumhuriyet eğitimine dönmek için neler yapılmasını sağlardınız?” diye sorsam neler söylersiniz?

Benden “Eğer Milli Eğitim Bakanı Olsaydınız neler yapmak isterdiniz?” sorusuna yanıt istenince, aklıma düşen, son yıllarda ve özellikle de AKP iktidarı döneminde, eğitimin içine düşürüldüğü durumun kökten değiştirilmesi gerektiğidir.  Yanıtım da kısaca

“Yeniden Eğitim Devrimi” olur.

Neden?

Çünkü, Cumhuriyete geçilmeden, daha Batı Cephesinin ilk savaşları sürerken, M. Kemal Paşa               11 Temmuz 1921’de cepheden gelip Ankara’da toplanan Muallimler Cemiyeti Kongresine katılıyor ve bir bakıma “eğitim misakı” denilebilecek görüşünü ortaya koyuyor.

“…Şimdiye kadar izlenen eğitim ve öğretim yöntemlerinin, milletimizin gerilemem tarihinde en önemli etmen olduğu kanısındayım. Onun için bir ulusal eğitim programından söz ederken; eski devrin hurafelerinden ve doğuştan getirdiğimiz niteliklerimizle hiçbir ilgisi olmayan yabancı düşüncelerden, Şarktan ve Garp’tan gelen tüm etkilerden uzak bir kültürden söz ediyorum. Ulusal dehamızın tam gelişmesi ancak böyle bir kültürle sağlanabilir. Başı boş dolaşan bir yabancı kültür, şimdiye kadar ki yıkıcı sonuçları tekrar ettirebilir. Kültür, zeminle uyumludur. O zemin milletin özbenliğidir(seciyesidir). Çocuklarımız ve gençlerimiz yetişirlerken onlara özellikle varlığı, hakları, birliği ile çelişen tüm yabancı unsurlarla mücadele gereği (…) telkin edilmelidir.(Dr. N. Altunya, Türkiye’de Eğitimin Son Yüz Yılı, Ankara-2020. S. 30).

Bu görüş, Cumhuriyete geçildiğinde yapılan eğitim devriminin çerçevesini çizmektedir. Kısaca şunlar yapılacaktır.

- Eğitim ulusallaşacaktır. Yabancı etkilerden ve kültürlerden kurtarılacaktır.

- Bilimselleşecektir. Laikleşecektir. Hurafeler ve dogmalardan kurtarılacaktır.

- Türk toplumunun kendi yapısı ve gerçekleriyle uyumlu olacaktır.

- Bireylik, yurttaşlık, hak ve özgürlük bilinci kazandıracaktır.

- Ulusal birliği sağlayacaktır.

Eğitim devrimi bu temel değişim ve gelişimi sağlamaya yönelmiştir.

Eğitimin programları, yapısı, işleyişi, yönetimi, denetimi, öğretmenleri ve donatımı bu yönelişe göre yapılandırılmıştır.

Millet mekteplerinden, halk evlerinden başlayarak tüm eğitim ortam ve basamakları bu işlevi yerine getirecek biçimde düzenlenmeye çalışılmıştır.

Ancak 1950’li yıllara dek bu temelde süren çabalar, CHP iktidarının 1945 sonrasında, özellikle Demokrat Parti iktidarıyla giderek hızlanan bir biçimde yeniden yabancı etkilere açılmış, özellikle dinsel temelli aşındırmalar artmıştır.

Öğretim Birliği ve laiklik ilkesinden uzaklaşılarak, Diyanet İşleri Başkanlığının Kur’an kursları, yeniden gün yüzüne çıkan tarikat ve cemaat kursları ve okullarıyla, ulusallık, bilimsellik, kamusallık ve laiklik neredeyse eğitimden dışlanmıştır. Dahası, Milli Eğitim Bakanlığı tarikat ve cemaatlerle protokoller imzalayarak, eğitimi tümüyle dinci çevrelerin etkinlik alanına dönüştürmüş görünmektedir.

İlköğretim kesintilendirilerek, çocukların tarikat ve cemaatlerin etki alanına çekilmesi kolaylaştırılmıştır. Anaokuluna dek inen din eğitimi yaygınlaştırılmıştır. Üstelik bu dinsel eğitim Vahhabiliğin “selefilik” denilen en bağnaz anlayışının etkilerini taşımaktadır.

Bu durum, doğal olarak Laik Cumhuriyet duyarlılığı olan herkese, neredeyse Cumhuriyet öncesi Sıbyan mektepleri ve medrese eğitiminin yeniden hortlatıldığını düşündürmektedir.

İşte bu nedenlerle bir “YENİDEN EĞİTİM DEVRİMİ” gereksinimi doğduğu kanısındayım. 

Böyle düşünmenin doğal gereği olarak da eğitimin tümüyle kökten bir yeniden düzenlenmesi gerekliliğine inanıyorum.

Bunun için de şunlar yapılmalıdır diye düşünmekteyim:

I.                     EĞİTİMİN TEMEL YAPISAL İLKELERİ

1.       Eğitim Programları, tüm eğitim basamakları için, ulusal, bilimsel, kamusal ve laiklik gereklerine göre yeniden düzenlenmelidir.

2.       Ulusal eğitimin tüm basamakları dinsel etkilerden ve görevlilerden kurtarılmalı, din eğitimi diyanetin ve inanç topluluklarının kendisine bırakılmalı, ilkeleri devletçe konulup denetlenmelidir.

3.       Öğretmen yetiştirme, ayrı ve özerk yönetimli yükseköğretim kurumlarında, özel sınavlarla seçilen adaylarla, lisansüstü düzeyde ve uygulama ağırlıklı programlarla yapılmalıdır.

4.       Öğretim basamakları, anaokulu(2 yıl/4-6 yaş), İlköğretim/Temel Eğitim(kesintisiz 12yıl/7-18 yaş), Mesleki Yüksek Öğretim(İlköğretim/Temel Eğitim sonrası 1-4 yıl), Üniversite(İlköğretim/Temel Eğitim sonrası/4-6 yıl) olarak düzenlenmelidir.

II.                   EĞİTİM BASAMAKLARI İÇİN PROGRAMATİK İLKELER

Eğitimimizin, Temel Eğitim Yasasında öngörülen temel hedeflerinden “iyi insan, iyi yurttaş ve iyi meslek insanı” yetiştirme işlevi gerçekleştirilememektedir. Tersine, Cumhuriyetin az çok oluşturduğu “yurttaşlık” yerini  “ümmet”e, “insan” yerini “kul”a, “meslek insanı” da yerini “yanaşma” denilebilecek ortaçağ bireylerine bırakmaya başlamıştır. En azından bu doğrultuda  yoğun çaba harcandığı gözlenmektedir.

Bu gidişi durdurmak ve etkilerini ortadan kaldırmak amaçlanmalı. Yeniden nitelikli insan, bilinçli yurttaş ve becerikli meslek insanı yetiştirme hedefine yönelinmelidir.

Bu amaçla da;

1.       İlk ve temel eğitim basamağı asıl olarak iyi insan ve yurttaş niteliklerini kazandırma işlevini görmelidir. Bu amaçla da, ilköğretim/temel eğitim basamağında temel insan ve yurttaş niteliklerini kazandıran bilim ve kültür dersleri [Türkçe, matematik, sosyal bilgiler(tarih, coğrafya, yurttaşlık), fen Bilgisi(fizik, kimya, biyoloji), felsefe, mantık, sosyoloji, psikoloji…] ana ekseni ve etkinlikleri oluşturmalıdır.

Meslekleri ve mesleksel alanları ve etkinlikleri tanıma amacıyla sınırlı yeterli sayıda  seçmeli dersler(tesisatçılık, marangozluk, tarımcılık, hayvancılık, elektrikçilik, tamircilik, memurluk,yöneticilik,  öğretmenlik, doktorluk, yargıçlık, polislik, subaylık, sporculuk, ressamlık, müzisyenlik…vb) ilk ve temel eğitimin tüm aşamalarında yer almalıdır. Çocukların kendilerini sınama, ilgi ve yeteneklerini anlama, bilinçli meslek seçimine hazırlanmaları amacıyla sınırlanmalıdır.

2.       Mesleki ve teknik eğitim, temel eğitimi bitiren ve 18 yaşını tamamlayan gençlik aşamasında, mesleki yükseköğretim kurumlarında yapılmalı, ara eleman ve mesleki uzman yetiştirmeyi sağlamalıdır. Mesleki yeterlilik belgesine temel oluşturmalıdır.

Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin “18 yaşından küçükler çocuktur.” tanımının, hukuksal olarak da, öteki yasal yaş tanımlarının üstünde bir geçerlilik taşıdığı gözönüne alınmak zorundadır. Böylece mesleki eğitim süreci, çocukluk çağını tamamlayan ilk ve temel eğitim basamağında kendisini yeterince tanıyan, ilgi ve yeteneklerini sınayarak ayırdına varan ve bilinçli olarak meslek seçimini yapabilecek olan gençlerin yönelişine dayanmalıdır.    

3.       Yetenek alanları için eğitim-öğretimin tüm basamakları elverişli olmalı, yeterince resim, müzik, spor öğretmen ve  donatımları sağlanmalıdır. Çocuklar bu derslerle kendilerini sınamalı, elverişli yetenek gösterenler ilgili alanlara yönlendirilmeldir.

Özel yetenekleri öne çıkan ve o alanda yetişmek ve gelişmek isteyen çocuk ve gençler için, her basamakta, ayrı okullar açılmalıdır.

III.                 EĞİTİM YÖNETİMİ KATILIMA AÇILMALIDIR

Ülkemizde eğitim yönetimi, hem eğitim bilimin, hem demokrasinin temel ilkelerine aykırı bir yapı ve işleyiştedir. Aşırı merkezi ve hiyerarşiktir. Gereksinim sahipleriyle olanak ve kaynakları en etkili biçimde buluşturmak işlevinden uzaktır. Temel öge olan çocuk ve ailenin beklentilerini karşılamak, öğretmenlerin birikim ve deneyimlerinden yararlanmak, böylece tüm eğitim paydaşlarının etkin katkı ve katılımını sağlamak niteliklerinden yoksundur.

Oysa, eğitim yönetimine öğretmen(eğitim işkolu sendikaları)-öğrenci-veli katılımıyla eğitim etkinliklerinin daha verimli, işbirlikli ve dayanışmalı bir ortamda gerçekleştirilmesi sağlanmalıdır.

Bu olmadığında eğitim kurumlarında, siyasal iktidar ya da dinsel tarikat ve cemaatler gibi çevrelerin etkilerine açıklık oluşmakta, sık sık kural, karar ve kadro değişikliklerinin yaşanması kaçınılmaz olmaktadır. Bu nedenlerle de süreklilik ve sürdürebilirlik gibi eğitimin temel ilkelerine ve hedeflerine uyumluluğu sağlayan tutarlılıktan, sık sık uzaklaşılmaktadır.

Tüm bu görüş ve öneriler, yansızlık, ulusal, bilimsel, demokratik, laik, kamucu duyarlılıkla gözönüne alındığında “YENİDEN EĞİTİM DEVRİMİ” abartılı bir beklenti sayılmamalıdır. Eğitim dünyamızın eğitim bilimcileri, eğitimcileri, öğretmenleri, örgütleri ve yöneticileri bu doğrultuda tavırlarını ortaya koyma sorumluluğu taşımaktadırlar…

Son olarak Feyzi Coşkun Kimdir?

1948 Ankara-Kalecik- Yurtyenice Köyünde doğdum. İlkokulu köyümde bitirdim. Hasanoğlan Atatürk İlköğretmen Okulu’nda 6 yıl okuduysam da, bir ay kala sürgün edilince, Eskişehir Çifteler Yunus Emre İlköğretmen Okulu’ndan mezun oldum (1968). 1971 yılında Balıkesir Necati Eğitim Enstitüsü Sosyal Bilgiler Bölümünü bitirdim. Sonrasında Kastamonu-Cide- Baltacı Ortaokuluna atandım. 1974 yılında Ankara-Kayaş Ortaokulu’na yer değiştirdim. Ankara’da başka ortaokul, lise ve meslek liselerinde çalıştım. Bunların yanında, 1978’de Ankara Eğitim Enstitüsünde yöneticilik yaptım.

12 Eylül Yönetimi beni ortaöğretime geri döndürdü. O arada 1981 yılında Türkiye Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü (TODAİE)'nde Lisansüstü Kamu Yönetimi Uzmanlığı Programını bitirdim. 1990 yılında, 1980 sonrasının ilk memur sendikası olan EĞİTİM-İŞ’in kurucuları arasında yer aldım. Merkez Eğitim ve Basın-Yayın sekreterlikleri görevlerinde bulundum. 1996 yılında emekli oldum.

Emeklilik sürecimde Türkiye İnsan Hakları Kurumu (TİHAK) üyesi oldum. 1998’de CHP üyesi olarak siyasal yaşama katıldım. 2002 yılında Mümtaz Soysal’ın Genel Başkanı olduğu Bağımsız Cumhuriyet Partisi (BCP) kurucuları arasında yer aldım. MYK Üyesi, Genel Sekreter Yardımcılığı ve Genel Sekreterlik görevleri yaptım. 2010 yılında ise Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) Genel Yönetim Kurulunda yer aldım. Aynı zamanda burada Genel Sekreter Yardımcılığı yaptım.

Şu anda ADD Genel Denetleme Kurulu üyesi ve Ankara Emekli Öğretmenler Derneği üyesiyim.

Bunlarla birlikte, Tüm Emekliler Dayanışma Ağı (TEDA) adındaki sosyal medya topluluğunun Merkez Temsilciler Kurulu (MTK) Üyesi olarak görev yapmaktayım.

Sevgili hocam değerli bilgileriniz için size teşekkür ediyorum.

Türkiye Hepimizin, Eğitim Hepimizin...