Mehmet Eroğlu’nun 9,75 Santimetrekare romanından uyarlanan filmin yönetmen koltuğunda Uluç Bayraktar oturuyor. Damla Serim’in senaryosunu yazdığı filmde; Nejat İşler, Funda Eryiğit, Ercan Kesal, Menderes Samancılar, Berkay Ateş, Şebnem Bozoklu, Cem Uslu oynuyor.

Nejat İşler’in hayat verdiği Ahmet karakterinin geçmişi ile bugününü, doğu ve batı arasında kalmış hikayesini, hüzünlü bir şekilde veriyor film… Yüzündeki yara sebebiyle kimliğinde ve ruhunda da oluşan yaralarla yaşamını sürdüren Ahmet, yıllar önce yaşadığı trajik bir olayı hatırlayınca yaşama tutunmaktan vazgeçiyor.  Senarist Damla Serim, hikayenin backgrounduna gezi olaylarını ustaca yerleştirmiş…

            Filmin evreni bende şöyle bir sorgulama yaşattı. Düşüşü görmeden, ahlaka ulaşmak mümkün mü? Düşüş ne? Yükselmek ne? En zirveye çıkma hırsı, oradan düşerken yarattığın yere çakılma efektine değer mi?  Nedir ahlak? Evrendeki bütün ‘can’a saygı duymaktır. En büyük ahlaksızlıkta  ‘can’a saygısızlıktır. Yaşam hakkına, kararlarına, iradesine, bedenine, ruhuna… İnsanları bir araya bağlayan şey birlikte sordukları sorulardır. Aynı soruları birlikte soramıyorsak, birlik duygusunun içine giremeyiz. Fakat soru sormanın bir özelliği vardır; alt bilgin yoksa soru soramazsın… O nedenle aynı soruları birlikte soracak seviyeye gelmemiz lazım...

Schumann rezonansı, yeryüzü ile iyonosfer tabakası arasında gerçekleşen doğal titreşim. Güneşten gelen ışınlar, yıldırımlar, ve buna benzer elektrik akımlarının yeryüzüne aktarılmasıyla, küresel elektro manyetik bir alanın oluşması… Yeryüzünden iyonosfere bir atış gerçekleşiyor. Yani dünyamızın da kalbi var ve atıyor.

Made in USA menşeili bir deney yapılıyor. Deneyde bir grup Amerikan askeri, Schumann resonansın işlemediği bir odaya kapatılıyor. Ayın döngüleri ile deney başlıyor. Kısa bir süre sonra askerlerde yoğun bir baş ağrısıyla başlayan, adına delirium denilen ve asla tahammül edilemeyen rahatsızlıklar başlayınca deney sonlandırılıyor. Biz dünyanın kalbinin atışına muhtacız. Biz birbirimizin kalbinin atışına muhtacız. Bu anlayıştan, “biz olma” anlayışından  uzaklaştığımız anda inanılmaz toksik ve kendini, kendi ırkını çürüten, yok eden varlıklara dönüşüyoruz. Hep söylüyorum, hep söyleyeceğim; bireysel olarak çok kıymetli varlıklar olduğumuzu içselleştirip, toplumun değerli bir parçası olduğumuzu ve bu topluma hizmet için var olduğumuzu bilmek zorundayız. Yoksa egemen sistemin elinde, zavallı varlıklar olarak çürürüz.    İnsanlarım, ah, benim insanlarım, antenler yalan söylüyorsa, yalan söylüyorsa rotatifler, kitaplar yalan söylüyorsa, duvarda afiş, sütunda ilan yalan söylüyorsa, beyaz perdede yalan söylüyorsa çıplak baldırları kızların, dua yalan söylüyorsa, ninni yalan söylüyorsa, rüya yalan söylüyorsa, meyhanede keman çalan yalan söylüyorsa, yalan söylüyorsa umutsuz günlerin gecelerinde ay ışığı, ses yalan söylüyorsa, söz yalan söylüyorsa, ellerinizden başka her şey herkes yalan söylüyorsa, elleriniz balçık gibi itaatli, elleriniz karanlık gibi kör, elleriniz çoban köpekleri gibi aptal olsun, elleriniz isyan etmesin diyedir. Ve zaten bu kadar az misafir kaldığımız bu ölümlü, bu yaşanası dünyada bu bezirgan saltanatı, bu zulüm bitmesin diyedir. Nazım HİKMET