Eğitimci Alper Demir ile eğitime dair gözlemlerini ve çözüm önerilerini konuştuk.

“Eğitim, kalbe giden ana damarıdır güzel yaşamanın. Eğitimi, siyasallaşmaktan ve nepotizmden, çocuklarımızı ailelerinden, meslektaşlarımızı kişisel egolarından (Mesleki ego olabilir sorun değil), sistemi sistemsizlikten özgürleştirmemiz gerekmekte. Üç dikdörtgenler prizmasına (ev, iş, araba) sıkışmış, hızlandırılmış ritmi kaçmış yaşamlarımız bizden birçok şeyi çaldı.”

“Gülmeyi unuttuk, tahammül sınırlarımız yerlerde, para ayırmayı zaman ayırmaya tercih ediyoruz, dinlemeyi unuttuk, sanal kimliklerimiz gerçek kimliklerimizin önüne geçti, birbirimize yabancılaştık, sahip olduklarımızla yaşlanmayı unuttuk, en önemlisi de sevgi kapasitemiz oldukça azaldı, üzülerek belirtmeliyim ki.”

                                                                  

Eğitim sistemimiz, meslektaşlarınız, ebeveynler ve öğrencileriniz ile ilgili olarak gözlemlerinizi ve sorun olarak gördüklerinize çözüm önerilerinizi bizimle paylaşabilmeniz adına bugün bir aradayız. Ana sınıfından 12.sınıfa kadar özel sektörde hem öğretmenlik hem de yöneticilik yapıp her kademede görev almış bir eğitimci olarak eğitimi ve tüm paydaşlarını gözlem şansınız, fazlasıyla olmuştur. Daha da olacaktır tabii. Eğitimde nerede yanlış yapıyoruz sizce?

    Öncelikle yanlış olan bizleriz. Biz iyi değiliz. Bireysel olarak da toplum olarak da iyi değiliz.

Ben, benimle iyi değilim (Psikoloji). Ben, seninle de iyi değilim (Sosyoloji). Ve biz birbirimizle iyi değiliz. Tabii böyle bir ortamda eğitimimiz nasıl iyi olabilir ki ya da bizler çocuklarımıza nasıl iyi gelebiliriz ki? Nasıl? Biz çocuklarımıza iyi gelemezsek onlar, Atatürk’ümüzün yaşamını, silah arkadaşlarının canlarını feda ederek bıraktığı güzel ülkeme, nasıl sahip çıkabilirler ki?

Şu an ne yapmalıyız derseniz, hepimiz ne yapıyorsak tam tersini yapmalıyız. Eğitim, kalbe giden ana damarıdır güzel yaşamanın. Her şeyin değiştiğini, farklılıkların azaldığını bile bile bizler, gerek siyaset gerek yakın kayırma gerek ego gerekse yaşam koşullarımızı işimize taşıdıkça ailemizle duygusal anlamda kopuk olan ilişkilerimizle, tıkıyoruz bu damarı. Eğitim damarı tıkanan bir toplumun sizce ileriye bakma şansı olur mu? Vatanımı çok seviyordum dese, inandırıcı olur mu sizce?

Eğitim sistemimiz, farklılıkları, öğrencilerin içlerindeki heyecanı, merak duygularını, üzülerek söylemeliyim ki, yok etmeye yönelik. Bu da çocuklarımızın hayalleri ile gerçekleri arasında büyük bir boşluk oluşturuyor. O boşluğa köprüyü örecek olan da bizleriz.

Eğitimi, siyasallaşmaktan ve nepotizmden, çocuklarımızı ailelerinden, meslektaşlarımızı kişisel egolarından (Mesleki ego olabilir sorun değil), sistemi sistemsizlikten özgürleştirmemiz gerekmekte.

Eğitimin amacı yaşamaktır. Ve yaşamdan en zevk alınan zaman çocukluktur. Ve biz bu zamanı çocuklarımızdan çalıyoruz.

Çalıyoruz derken Alper hocam... Nasıl ve kimler?

Küçük yaşlarda kaygılı aileler özellikle. İlerleyen yaşlarda ise bizler yaşamlarımızdaki belirsizlik ve bunun yol açtığı kaygı ile yaklaşıyoruz çocuklarımıza. Sevgimizi bu şekilde ifade etmeye çalışıyor ve evdeki mutluluğumuzu kaçırıyoruz. Üç dikdörtgenler prizmasına (ev, iş, araba) sıkışmış, hızlandırılmış ritmi kaçmış yaşamlarımız bizden birçok şeyi çaldı. Gülmeyi unuttuk, tahammül sınırlarımız yerlerde, para ayırmayı zaman ayırmaya tercih ediyoruz, dinlemeyi unuttuk, sanal kimliklerimiz gerçek kimliklerimizin önüne geçti, birbirimize yabancılaştık, sahip olduklarımızla yaşlanmayı unuttuk, en önemlisi de sevgi kapasitemiz oldukça azaldı, üzülerek belirtmeliyim ki. Tabii bizden çalınanlar ile çocuklarımıza ilgiyi, eve geldiğimizde onların olumsuz davranışlarına odaklanarak göstermeye başlıyoruz. Evde sıkılmalarına izin vermiyoruz. Tabletlerle telefonlarla onların dünya ile bağlarını keşif yolculuklarının önünü tıkıyoruz. Halbuki “Sıkılmak yaratıcılığı besler.” diye bağırıyor sinir bilimciler.

Sürekli konuşarak ve yapamadıkları üzerinden çocuklarımızı motive edebileceğimizi bilmiyoruz. Kıyas yaparak da deniyoruz bazen bunu. Halbuki kıyas, “Sen yetersizsin ve ben senin başkaları gibi olmanı istiyorum.” mesajı verir ama bunu bilmiyoruz. Biz Ebeveynler unutmamalıdır ki en büyük yara zihne ve kalbe açılan yaradır. Bu noktada çocuklarımızın anne ve babalarına çok ihtiyaçları var.

Çocuklarımızdan gerçek potansiyellerinden fazlasını beklemekle de büyük hatalar yapıyoruz. 99’dan 100’e geçmeyi başarı olarak gören ebeveynler var. 100 alamayanı, 1. olamayanı başarısız olarak etiketliyoruz. Örnek 98 alan çocuk annesine sarılmak için koştuğunda anne asık bir yüzle “Hadi gel, iki puanı nereden kaçırdığına bakalım.” der.

Ebeveynler, birlikte başarabileceğimiz konusunda bir inanışa sahip olmak durumundalar. Yani nesli yaşamlarına odaklamak, hak ettikleri başarıya erişebilmelerini sağlamak, artık tek başına kimsenin başarabileceği bir şey değil. Bu nedenle okulu ve öğretmeni asla öğrencilerimizin gözünde asla ve hiçbir nedenle değersizleştirmemeliyiz.

K Kuşağı (Karamsar Kuşak) olarak adlandırıyorlar artık yeni nesli. Farkındalık, heves ve meraktan yoksun büyüyen, kısa süreli hazların peşinde, ebeveynlerinin ölümsüz olduğunu düşünen, karamsar bir kuşak var. Olumsuz hiçbir şey canlarını acıtmıyor farkında mısınız?

Çocuklarımızın başarmasını gerçekten istiyorsak öncelikle onun iç motivasyonunu yüksek tutmalıyız. İç motivasyonu olmayan bir öğrenci dışa bağımlı hale geliyor. Sürekli dışarıdan desteklenme ihtiyacı duyuyor. Ve hayatı boyunca da bu tarz çocuklarımız maalesef başkalarının onlar için kurguladıkları hayatı yaşamaya mahkum oluyorlar bu durumun farkına bile varamadan. Tabii iç motivasyonunu yükseltmek adına ilk adım olarak, zaman geçirdiği ortamdaki mutluluğuna dikkat etmeliyiz. Hemen aklımıza okul gelebilir ama öncelikle, evdeki mutluluğudur önemli olan. Aksi takdirde sürekli eşyaya ve dışa bağımlı hale gelen çocuklara dönüşüyorlar. Bir çocuğun “üç” ebeveyninin olduğunu daha önce katılmış olduğum bir canlı yayında belirtmiştim: Birincisi, annesi; ikincisi, babası; üçüncüsü ise anne ve babası arasındaki ilişki. Motivasyon üzerine gidilen bir şeydir. Bize doğru gelen bir şey değildir. Bizler, evdeki mutluluğa odaklanırsak evimizin fertlerine motivasyon doğrudan uğrayacaktır.

Kısacası, sahip olduğumuz eski alışkanlıklarımızla yeni nesli yönetemeyiz. Bizler kusursuz olmaya çalıştıkça hata yapmaktan korkan ve koşullu zihinler, nesiller yetiştiririz.

Ve çocuklarımız, her birimizin evlerinde misafir. Misafirlerinizin tadını çıkarın. Bir neden bulacak ve hepsi bir gün kırılma noktalarından hayata tutunacaklar. Yeter ki biz ebeveyn olarak yanlarında olalım, akademik koç olarak değil.

Okul iklimi açısından baktığımızda eğitimimizde önemli ilk unsuru ne olarak görürsünüz?

Tabii ki öğretmenler. Altından kaplasanız her yeri, okulu okul yapan nitelikli öğretmenleri ve onların yarattıkları iklimdir. Sürekli öğrenen, çocuklarımızın duygularına dokunabilen, mentör olabilecek, branşında yetkin, takım arkadaşının başarısı ile mutlu olan, kimin övgü aldığını önemsemeyen, kişi ile değil işi ile ilgilenen, öğrencinin hâl ve hareketlerini kişiselleştirmeyen, çocuğu etiketlemeyen, öğrenciyi vicdanı ile maaşı arasında bırakmayan meslektaşlarımızın sayısı artmalı. Ve o kapıdan her gün içeri mutlu girmeliler öğretmenlerimiz. Maddi koşulları, kişisel ve mesleki gelişimleri kesinlikle desteklenmeli. Öğretmenin kendini mutlu ve ait hissettiği her ortamda iklim öğrenciye doğrudan temas eder. Değerli hissetmeli kendini öğretmen çalıştığı ortamda. “Değer gören, değer katmak için çalışır.” derler ya gerçekten öyle.

                    “Öğrenme’’ hakkında ne düşünüyorsunuz?

Öğrenme her ortamda vardır. Ve her genç öğrenir. Özellikle anneler… Lütfen, sakin olun. Çocuğunuz öğrenecek. Sadece, diğerlerinden farklı zamanlarda. Çünkü hepsi farklı genlere sahip. Farklı anne babaların evlatları. Sağlığı yerinde ise lütfen sadece sabredelim. Sadece IQ ile ilgilenmeyelim. ‘’Öğrenmeyi Öğrenme Merakını’’ arttırabilmenin yollarını bulmalıyız çocuklarımızın.  İlkokuldan başlıyoruz, sınava, kıyasa ötekileştirmeye; başarılı-başarısız, problemli-problemsiz diyerek birbirinden ayrıştırmaya. Ne yapıyorsak kendimize ve biz yapıyoruz. Zekâ testleri yaptırıp, sonuçları elinizde gezmemeliyiz okulları. Oradan oraya sürüklememeliyiz çocuklarımızı. Her eğitim kurumu imkânları doğrultusunda, elbette elinden geleni yapıyordur. Ancak bizler çocuğu odak alan eğitim kurumlarını dikkate almalıyız. Ayrıca eklemeliyim ki öğrenci sayının fazla olduğu sınıflarda öğrenme çok az gerçekleştiğinden bu okullar daha az tercih edilebilir. Ana sınıfından başlayarak sınıf sayıları az olmalı. Tabii yeterince derslik ve nitelikli öğretmenlerimizin olması gerekir. Erken yaşlarda farkındalık, empati, görgü, değerler, zarafet ve felsefe eğitimleri ile desteklenmeli çocuklarımız. Eğitim ortamlarımızda öğrenme daha eğlenceli hâle getirmeli.

Üniversitelerimizin bazılarında “Yaşam Boyu Öğrenme Merkezleri”nde verilen Yaratıcı Yazarlık Atölyeleri, Liderlik eğitimleri, Autocad Çizim eğitimleri, Çocuklar İçin Felsefe, Etkili Diksiyon, Etkili Sunum, Hızlı ve Anlamlı Okuma eğitimleri uygunluk durumuna göre ortaokullarımızda ve liselerimizde verilmeye başlanmalı düşüncesindeyim. Çocuklarımızın erken farkındalıkları adına.

Genç anne ve anne adaylarımızı ebeveynlik üzerine desteklemeliyiz. Artık bizler, geçmişin bilinçaltında bıraktığı izlerle yönetemeyiz yeni nesli. Sistemimizde sadece öğrenci değil anne ve babalar da hedef alınmalı gelişmeye yönelik olarak. Özellikle anneler dedim dikkat ettiyseniz. Örnek olarak “Aman eşim duymasın, çocuklarımı eşimden kurtarın.” diyerek dertlenen babalar var.

Öğretmen adaylarımızı müfredat dışındaki dağılımlardan uzak tutmalıyız üniversitelerde. Madem sınavlara öğrenci alıyoruz, müfredatı öğrenciye neden kabul ettirmeleri gerektiği ve nasıl aktarmaları gerektiği ile ilgili olarak öğretmenlerimizi donatmalıyız. Mesela birçok eğitim öğretim ortamı var. Neden aday öğretmenlerimizi üniersite birinci sınıftan başlayarak her okul türünde staj için yönlendirmiyoruz. Örneğin lise düzeyinde öğretmenlik yapacak aday bir öğretmen için branşında deneyimli bir hocamızın yanında derslere girebilir. Üniversite birinci sınıfta iken devlet okullarımızdan normal lise düzeyinde 9.sınıf, ikinci yıl Anadolu lisesi düzeyinde, 10.sınıf, üçüncü yıl fen lisesinden 11.sınıf, dördüncü yıl özel okulda 12.sınıf deneyimleri kazanabilirler bir yıl süre ile. Ve böylelikle her yaş grubunda çocuklarımızın davranışlarını ve gelişimlerini de gözlemleme şansı bulurlar.

Nepotizme özellikle vurgu yapmamı istediniz, size bırakıyorum sözü;

Eğitimin eşi, dostu veya siyaseti olmaz yani olmamalı. Sürekli değişen bir yapı ile deneme tahtasına çevirmemeliyiz geleceğimizi.

Kayırma ile kazanılan etiket geçicidir. Her şey tahtada ya da öğrencide kalanlar ile çıkar ortaya, bizler anlattıktan sonra. Anlamaları artık sadece bizim ne kadar donanıma sahip olduğumuz ile alakalı değil. Anlattıkları çocuklarımızda kalan, çocuklarımızın duygusuna dokunabilen, merak uyandırabilen ile devam etmeliyiz yola. Popüler eğitimci diye bir şey yoktur. Çok popüler addedebiliriz kendimizi ama çocuklarımızın anladıkları kadar iyiyizdir her zaman.

Son olarak şunları söylemek istiyorum:

Doğru olanı biliyoruz ama çocuklarımızda davranışa dönüştüremiyoruz. Bilgiyi davranışa dönüştürmenin yegâne yolu “Duygusal Bağlar” kurmaktır onlarla. Odağımız yeni neslin beyninin nasıl çalıştığını kavramak olmalı öncelikle. Bir “birey” olarak onları görmeye başlanabilir mesela.

Peki, umut var mı? Her zaman.

Biricik yavrularımızın hepsinin kendine ait bir kırılma noktası var elbette. Bizlere düşen erken farkındalıkları adına onlara rehberlik edebilmek, ilerlemelerinin önündeki en büyük engelin aslında sadece kendileri olduğu bilincini verebilmek onlara.

Sevgili hocam değerli bilgileriniz için size teşekkür ediyorum. 

Türkiye Hepimizin, Eğitim Hepimizin...