“Online Gençler Çevrimdışı Yetişkinler” kitabının yazarı ve Özgür Eğitim-Sen Genel Sekreteri Ali Aydın ile eğitime dair kavrayışımızı, öğretmen kimliğinin dönüşümünü, eğitimin modern tarihindeki karşı karşıya olduğu en büyük meydan okumayı kısacası farklı boyutlarıyla eğitimi konuştuk.

“Türkiye’de eğitime ilişkin hayaller, mevcut yapının üzerinden atlanılarak kuruluyor. Bu gerçekçi değil ve sonucu her seferinde aynı olmaya mahkûm. Post-kültürel bir dünyaya adım atmakta olduğumuz bunun birey ve toplum hayatında ne türden riskler taşıdığı, böyle bir vasatta eğitimin içinde bulunduğu kriz hakkında yukarıda andığımız yaklaşımların farkındalığına dair herhangi bir işaret de yok.”

“Ekonomik gerçeklik, siyasal vasat, sosyal-kültürel işleyiş vs. belirleyici, kalıcı bir terbiye faaliyetidir aynı zamanda. Bu yokmuş gibi okulu eğitim-öğretim faaliyetinin tek ve biricik odağı olarak görmek günümüz dünyasında yanıltıcıdır. Eğitim faaliyetlerinin tümü onu kuşatan bir dünyada icra ediliyor. Okul “kurucu” bir yer olmaktan çok daha fazla “yansıtıcı” bir yer olarak değerlendirilmelidir.”

“Öğretmenliğin kutsallığına ilişkin retorik öğretmene ilişkin sahici bir taltif olmaktan uzaktır. Esas mesele öğretmenin de ücretli bir çalışan olarak dahil olduğu sistemin oluşturduğu bilgi kartelinin tek ve yegâne otorite olarak zorunlu- gerekliliğini sorgulanamaz kılma ihtiyacıdır. Okullar nasıl bir eğitim verdiklerinden çok anne-babaları işteyken çocuklarının güvenle emanet edildikleri gündüz bakım evlerine dönüşüyor. Prometheus’tan polis-öğretmene, bekçi-öğretmene doğru rol değişimi var.”

 Eğitime dair kavrayışımızı  sorgulamalıyız                                 

Ali hocam eğitime dair kavrayışımız hakkında ne düşünüyorsunuz?

Sanayiye dayalı bir toplumsal yapıya geçişle birlikte varlığını sürekli olarak tahkim eden eğitim sisteminin sürekli bir arzu nesnesi olarak yüksek popülaritesini sorunsallaştırmak kendi başına oldukça güç bir iş. Devlet iktidarına yaslanmış, oradan güç devşiren bu sistemin yandaşlık/karşıtlık dikotomisinin ötesinde ele alınıp tartışılması bile başlı başına ezber bozucu bir tutumdur. Sistem öyle bir konfigürasyona sahip ki ona bakan onun sakıncalarını, olumsuzluklarını bir anda unutup onu ele geçirmeye, ona sahip olmaya çalışıyor. Eğitim sistemindeki dayanıklılık ve kalıcılık buradan kaynaklanıyor. Bu dayanıklılık ve kalıcılık gerçekliği karşısına alma pahasına mümkün oluyor. Sisteme kimse inanmıyor; ne var ki onun mevcut varlığının devamı noktasında adeta mistik bir mıknatısın etkisi altında kalmaktan kendini de alamıyor. Bilhassa iktidarlar için bu biraz daha böyle. Ben bu hâle ‘Yüzüklerin Efendisi Sendromu’ diyorum. Yüzüğe bakan gerçeklikten uzaklaşıp yüzüğün lanetini unutuyor ve mest olmuş bir vaziyette “Kıymetlimiss…” demeye başlıyor… İşlevsel bir mekanizmanın ele geçtiği takdirde hiç de fena olmayacağı düşünülüyor.

Eğitimin yakın tarihi bunun çarpıcı, çarpıcı olduğu kadar yakıcı da olan örnekleri ile dolu. Öte yandan gündelik dili istila eden eğitim şart, önemli, harika, kalkındırır, baştan yaratır, dünya ve ahiret saatini verir, yeryüzü cennetini mümkün kılar vd. türü söylemlerle tek kelimeyle hedef bulanıklaşıyor.  Öğrenme, insanın doğumundan ölümüne kadar gerçekleşecek olan hiçbir biçimde varlığı inkâr edilemez bir süreç. Nevar ki biz burada öğrenmeyi ve faziletlerini konuşmuyoruz. Keşke konuşabilseydik. Mesela “eğitim hakkı” çok vurgulanan ve bir kazanım olarak kabul edilen bir meseledir. Ne var ki “öğrenim özgürlüğü” henüz tartışılmamıştır bile.

Türkiye’de eğitime ilişkin hayaller, mevcut yapının üzerinden atlanılarak kuruluyor. Bu gerçekçi değil ve sonucu her seferinde aynı olmaya mahkûm. Farklı ideolojik kabulleri olan kesimler kendi meşreplerine uygun hayalleri ile eğitim tartışmalarına katılıyorlar. Bazıları, torna tezgâhı işlevi gören mevcut yapıda hem endoktrinasyon tam hız devam etsin hem de bilimsel bir eğitim olsun istiyor. Bazıları torna tezgâhı fikrini tartışma konusu etmeksizin medeniyetimizin önemli isimleri olduğunu hatırlatarak söze başlıyorlar. Bu kişiler, mevcut eğitim sisteminin örgütlenme yapısının, bürokratik zihniyetinin, yasal mevzuatının ve yapısal özelliklerinin üzerinden atlanarak İbn-i Sina ve Newton’a çıkacak kestirme bir yol varmış gibi konuşuyorlar.  Zorunlu, kitlesel eğitim, katı merkeziyetçi uygulama:  Bu karışımdan İbn-i Sina, Galileo çıkmaz! Kaldı ki mevcut yapının öyle bir amaçlılığı, ona göre bir programı da yok! Bazıları ise endüstriyel bir türkü tutturmuşlar. Tıpkı diğerleri gibi onlar da zorunlu, kitlesel ve endoktrinasyona dayalı eğitimin üzerinden atlayarak; “Bırakın bunları, endüstri sizden nitelikli işgücü, dijitalleşen dünya kodlama, robotik ister. “Yirmi milyon çocuğumuz robot yapsın, kodlama yapsın, başka şeye gerek yok.”, diyorlar.

Post-kültürel bir dünyaya adım atmakta olduğumuz bunun birey ve toplum hayatında ne türden riskler taşıdığı, böyle bir vasatta eğitimin içinde bulunduğu kriz hakkında yukarıda andığımız yaklaşımların farkındalığına dair herhangi bir işaret de yok. Öte yandan eğitimin metalaşması o kadar hızlı ki o hızla değerlerin süpürülmesi ‘değerler eğitimi’ gibi sözlerin sarf edildiği bir aralıkta cereyan ediyor. Değerler eğitimi’ nin ironi hâline geldiği tehditkâr bir aralık bu. Dünyanın gittiği istikametin eğitim için belirleyici olduğunun altını çizenler aynı dünyadan gelen meydan okumalar hakkında suskunlar.

     

Ali hocam eğitim kavrayışımızla ilgili eklemek istediğiniz başka bir şey var mı?

Eğitim yerçekimsiz bir ortamda icra edilmiyor. Eğitim kavrayışımızla ilgili çok temel bir sorun da eğitim-öğretimi teknik bir faaliyet olarak görmemiz. Oysaki okul, kendini de belirleyen bir dünyanın parçası. Ekonomik gerçeklik, siyasal vasat, sosyal-kültürel işleyiş vs. belirleyici, kalıcı bir terbiye faaliyetidir aynı zamanda. Bu yokmuş gibi okulu eğitim-öğretim faaliyetinin tek ve biricik odağı olarak görmek günümüz  dünyasında yanıltıcıdır.   Eğitim faaliyetlerinin tümü onu kuşatan bir dünyada icra ediliyor. Okul “kurucu” bir yer olmaktan çok daha fazla “yansıtıcı” bir yer olarak değerlendirilmelidir. Dolayısıyla okuldan beklediğimiz anlamlı bir etki ancak onun kaderini belirleyen hayatta ne tür dönüşümler gerçekleştirdiğimizle mümkün olacaktır.

Tarihin muayyen bir zamanında ve koşullarında varolabilmiş bir formu bugün için alıkoymaktaki ısrar içinde bulunan zamanı okuyamamaktar. Sanayi döneminin basit, standart beceriler talep eden yapısı, toplumsal mühendisliğe hevesli ve bunu meşru, makul gören katı ulus devlet anlayışı, matbaanın imkan ve sınırlılıklarını belirlediği teknolojik gerçeklik sadece büyük bir dönüşüm geçirmedi aynı zamanda mümkün kıldıkları ilişki ve yapılar da hükümsüzleştirdi. Diğer kritik konu ise varsayımsal olarak verili sistem belirlenen haliyle işlediğinde ve arzu ettiklerini gerçekleştirdiğinde bile bu sistem insani, ahlaki ve pedagojik gerekçelerle ciddi bir eleştiriye tabi tutulmak durumundadır. Nihayetinde “makbul vatandaş” söylemi en steril halinde dahi kaskatı bir mühendislik faaliyetidir ve bunun gerçekleştiği yer de bir “kapatılma kurumu”dur.

Hem mevcudu alıkoyup hem de onun varlığında olması mümkün olmayanı vitrine koymak hayal tacirliği yapmaktır. Aynı zamanda geleceğimize ve çocuklarımıza yaptığımız büyük bir haksızlıktır da. Eğitimin kitlesel, zorunlu, okul temelli, devlet tekelinde ve devletten topluma doğru tek taraflı bir akış olduğu bugün neredeyse hiçbir biçimde sorgulanmadan benimsenmiş gözüküyor. Bu konuda toplum herhangi bir sorgulama faaliyetinde bulunamayacak kadar güçsüz düşmüştür. Bu mekanizmalar sürekli kendilerini yeniden üretiyor. Mekanizmayı harekete geçiren el değişse de üretim aksamadan devam ediyor.   “Bu işte bir gariplik var!” diyecek bir meraka muhtacız. Dikkatini toplaması için uygun zamandan yoksun olan kamuya sürekli yüksek dozda dikkat dağıtıcı enjekte ediliyor. Bu enjeksiyonun kendisi ve içinde doğup serpildiği mekanizmalar da merakımızdan ve sorgulamalarımızdan kurtulmamalı o zaman. İlaç şişelerini bize gösteren hekimlerle çevriliyiz. Birinin çıkıp da “Hekimin hastalığa katkısı nedir?” diye sorması gerekiyor.

Değiştirmemiz gereken herhangi bir şeyi değiştirmedik ve değiştirmeden yol alıyoruz daha da vahimi hiçbir şeyi değiştirmeksizin bütün sonuçların değişmesini bekliyoruz. İmkânsızı istiyoruz ancak gerçekçi değiliz.

                                    

Ali hocam siz öğretmeni nasıl konumlandırıyorsunuz? Öğretmen kimliğinin dönüşümü konusuna gelmek istiyorum.

Öğretmenliğin kutsallığına ilişkin retorik öğretmene ilişkin sahici bir taltif olmaktan uzaktır. Esas mesele öğretmenin de ücretli bir çalışan olarak dahil olduğu sistemin oluşturduğu bilgi kartelinin tek ve yegâne otorite olarak zorunlu- gerekliliğini sorgulanamaz kılma ihtiyacıdır. Her daim motive, öğrencileri bilginin ışığıyla buluşturacak ve hayatını buna vakfetmiş bir Prometheus vardır okulda ve onun öğretmen olduğu söylenir. İdeolojik şartlanmışlıkları farklı olsa da ‘Aydınlanmacı’ ve ‘misyoner’ olarak bahse konu edebileceğimiz iki tip, bu rolü seve seve benimseyeceklerdir. Ne var ki böyle bir rol toplu mu fethedilecek bir saha, bireyleri arzu edilen istikamette dönüştürülecek bedenler olarak tahayyül eden bir toplum mühendisliğine demir atmakta gecikmeyecektir.

Nitekim modern dönem eğitim sistemleri istinasız, kaba ya da rafine biçimde bu amaca hizmet ederler. Eğitim sisteminin üzerindeki şal kaldırıldığında Prometheus’ların firar etmiş oldukları görülüyor. Güvenlik endişesinin had safhaya ulaştığı günümüzde, okulun işlevi neredeyse teke indi. Okullar nasıl bir eğitim verdiklerinden çok anne-babaları işteyken çocuklarının güvenle emanet edildikleri gündüz bakım evlerine dönüşüyor. Prometheus’tan polis-öğretmene, bekçi-öğretmene doğru rol değişimi var.

Yeni teknolojiler ile öğrenmenin neredeyse anlık biçimde kendiliğinden gerçekleştiği bir dönemde, vereceği diplomanın dışında vermeyi taahhüt ettiği her şeyin hizmet alanlarca gereksiz ve sıkıcı bulunduğu bir okulda öğretmen olduğunuzu düşünün. Eğer öğretmenseniz, zaten bu sizin günlük deneyiminizdir. Retorik üzerinden biçilen zırhın yeni sosyoloji ile karşılaşmasında delik deşik olduğu ve onun karşısında aciz kaldığı yer tam orasıdır. Tabi yetkili ve etkili isimler mikrofunu ellerine aldıklarında eğitimin önemi, öğretmenin kıymeti üzerine zaten paket hâlde bulunan söylemi tüketmeye devam edeceklerdir. Söylediklerinin hiçbir inandırıcılığının olmadığını bile bile...

Zorunlu eğitimin içinde, zorunlu olarak öğretilmesi gereken müfredatı zorla öğretmeye memur olan kişidir öğretmen. Bu başka bir sıkıntıyı beraberinde getirir. Öğretmen ile öğrettiği arasında bir ilişki yoktur ve öğrettikleri müdahalesine kapalıdır. Müfredat, Bakanlığın uygun gördüğü makbul planlayıcıların elinden çıkmıştır. Öğretmenin sorgulaması104 na açık değildir. Kaldı ki öğretmen, sınıf içerisinde konuyu anlatırken de kendisini özgür hissetmemelidir. Öğretmenin özgürlük gibi yaratıcılığı ve özgünlüğü tetikleyen bir hâli deneyimlememesi için ders kitapları özenle hazırlanmıştır. Atacağı tüm adımlar oradadır. Öğrenciye ne soracağı, niye soracağı, nasıl soracağı oradadır. Bir öğretmenin haddi aşarak buralarda inisiyatif almaya çalışmasına hiç gerek yoktur! Burada eğitim sistemini bir piramit olarak düşünürsek öğretmenin piramidin neresine iliştirildiğini daha iyi görürüz. Böyle bir piramitte vasıfsızlaştırılmaya maruz bırakılarak kendisiyle aşağılayıcı bir ilişki biçimiyle temasın kurulduğu kişi olarak öğretmenin memnuniyetinden söz edilebilir mi?

                                                               

Sizinle yaptığımız televizyon programında, eğitimin modern tarihindeki en büyük meydan okuma ile karşı karşıya olduğunu belirttiniz. Bununla neyi kastettiniz?

Modern eğitim sistemlerinin tüm katılıklarını ve kabalıklarını nüfusun büyük çoğunluğu için tahammül edilir kılan bir vizyon vardı aslında. Bu kısaca özetlersek sınıf atlama vizyonu ve bu vizyonu kısmi olarak işler durıumda tutan eğitim vizyonuydu. Eğitimin içinde bulunduğu yeni bir kriz tam da tüm modern tarihi kat ederek gelen bu vizyona ağır darbeler indiriyor. Düzensiz piyasaların kaygan zemininde varoluş sancısı çeken dünya nüfusu için artık tutancakları böyle bir vizyon kalmadı. Biraz umut, hayal ve yeni aldıkları üniversite diplomaları ile hayata atılan gençler piyasalarda yüzlerine kapanan kapıların gürültüsüyle irkiliyorlar. Emek piyasaları bugün elinde diploması olan insanlar için daralmıştır.

Üniversite mezunu işsizlik ve beklentilerin altındaki mezun istihdamı yeni ve hızla büyüyen bir fenomeni karşımıza çıkarıyor. Bu fenomenin yarattığı şok ne türden toplumsal hasarlara yol açıyor? Barındırdığı riskler nelerdir? Yüksek eğitim almış ve işsiz bu insanlardan oluşan ve öbek öbek büyüyen memnuniyetsiz, öfkeli bir kitle var. Bunun ne türden sonuçlara gebe olduğu ise üzerinde konuşmayı, düşünmeyi ve tedbir almayı gerektiriyor. Zygmunt Bauman Ortadoğu’da patlak veren isyanlarda eğitim almış, işsiz ve acı çeken insanların tetikleyici etkisinden bahsetmişti.

Var olan eşitsizlikleri yumuşatan sınıf atlama vizyonu ile sınıf atlama imkânını işler durumda tutan eğitim vizyonu sahneyi aynı anda terk ediyor. Argüman parçalandı acı gerçekliğin üzerini örten şal kalktı. Bu eğitim için olduğu kadar toplumsal açıdan da büyük bir soruna işaret ediyor. Dünya bu sorunu eş zamanlı yaşıyor. Küresel bir sorun ülkeleri kat ederek ilerliyor. Bizdeki yansımalarının ne ölçüde farkındayız yahut farkında olması gerekenler ne düzeyde konuyla ilgililer bilmiyorum. Son yirmi yıl içerisinde yüksek öğretim kurumlarının ve dolayısıyla o kurumlardan mezun olanların sayısında muazzam bir artış oldu. Bununla birlikte mezunların alanında istihdamı yükselen bir sayısal veri vermiyor bize. Çok sayıda üniversite mezunu kendi alanında iş bulamayıp kuryelik, tezgahtarlık, garsonluk gibi pek vasıf istemeyen işlere girmekte.

Mevcut eğitim sistemi tüm dünyada, mutlak cevapların değil; çoğunlukla soru işaretleri ve ünlemlerin olduğu bir alan. Soru işaretleriniz ve ünlemleriniz yoksa bu alan ile ilgili her türlü ezberin kolay ikna edilen tüketicisi hâline gelebilirsiniz. Eğitimin daha kolay erişilebilir olduğu ne var ki bununla birlikte işlevsizliğinin daha çok arttığı günümüzde, diplomaya erişim kolaylaşırken diploma ile bir şey yapabilmek sıfırlanıyor. Bu durumun kendisi bile başlı başına bir kriz hâli.

Belirsizlik, güvensizlik, güvencesizlik gibi birkaç kuşak öncesine gittiğimizde kişiyi patolojik bir ruh hâline ve telafisi zor bir şizofreniye sürükleyecek unsurlar bugünün dünyasını tanımlamak zorunda olanlar için vazgeçilmez kavramlar olarak el altında tutuluyor. Esneklik değişeceği daha baştan garanti altında olan şartlara uyumunuzu zorunlu kılıyor. Ucu açık, muğlak ve öngörülemez olan ile savaşın günlük ve her gün yeniden verilmesi gereken bir savaş olduğunu bilmeniz bugünün dünyasında ayakta ve hayatta kalmanızın yegâne yolu olarak gösteriliyor. Beliren bu şartlar altında ekonomi, siyaset, kültür, eğitim gibi sahalar için ayrı başlıklar altında kritik tartışmalar başlatmak mümkün. Böylesi bir dünyanın iki yüz yıllık eğitim teorilerini hükümsüz kılabileceğini söylemeliyiz.

Bugüne kadar gençleri “hayata hazırlamak” gibi bir görev ile de kendisini konumlandırmış olan eğitimin ciddi bir kriz ile karşı karşıya olduğu su götürmez. Çünkü bugüne kadar kullandığı ve bugüne kadar getirdiği araçlar bugün önümüzde iyice beliren bir dünyada gençlerin ve ailelerin başa çıkmak zorunda kaldıklarına karşı onları hazırlayamamakta. Eğitimin büyük bir gururla ve kendisi için bitmez tükenmez bir meşruluk kaynağı olarak gördüğü ‘çocukları ve gençleri hayata hazırlamak’ görevi onarılamaz biçimde hasar almıştır. Gündelik hayatı sürdürme yeteneği, belirsizlik ve müphemlikle mücadele etme yetisi, farklı bakış açıları ile uyum hâlinde olma, eleştiri ve öz eleştiri melekelerini güçlendirmek, sorumluluk duygusunu geliştirmek ve kişinin yaptığı eylemlerin sorumluluğunu üstlenebilmesini sağlayacak cesarete sahip kılınması ve direnebilecek takat ve güç bugün için edinilmesi elzem olan nitelikler olsalar da herhangi bir eğitim kurumunun sunabileceği türden kazanımlar olarak gözükmüyor.

Hocam son olarak neler söylemek istersiniz?

Yüz yıl önce soru ve sorun şuydu: “Oraya nasıl gidebiliriz?”

Bugün ise soru ve sorun şu: “Nereye gidelim, bu yol bizi

nereye çıkaracak?”

Sorulardaki farklılaşma yeni kucakladığımız sorunlara işaret ediyor. Bu sorunlar ekonomi, siyaset, kültür ve eğitim sahasından üzerimize doğru gelen ‘risk dalgaları’ olarak belirliyor. Bu risklerle mücadele bu risklere karşı geçerliliği olmayan araçlarla yapılamaz. Ne var ki bilhassa eğitim adına sıkı sıkıya tutunduğumuz ve bel bağladığımız araçlar tam da onlar. Çocuklarımızı ve gençlerimizi acımasız bir hayatta karşılaşacakları zorluklara karşı savunmasız bırakıyoruz. Bunu bugünkü mevcut eğitim anlayışına sahip çıkarak / sessiz kalarak yapıyoruz. Eğitim hususunda arayışlarımızın olmaması bile mevcudu sahiplendiğimizi haykırıyor.

Sevgili hocam değerli bilgileriniz için size teşekkür ediyorum.

Türkiye Hepimizin, Eğitim Hepimizin...