Gülşah Elikbank

Yıl 1937. Savaştan çıkmış, doğru düzgün parası, fabrikası, yeterli yani sağlıklı insan gücü olmayan ama hayalleri büyük bir ülke; Türkiye. Sümerbank’ın açılışı sonrası, halkın arasına korumaları olmadan karışan Mustafa Kemal Atatürk’ün gözüne o kalabalıkta kıvırcık saçlı bir çocuk takılır. Çocuk o göz göze gelişten cesaretle gidip herkesin hayranlıkla baktığı adamın eline yapışır. O küçük, titrek eli bırakmaz Atatürk, alır vagonuna götürür, yanına oturtur. Her zamanki gibi rakısını doldurur, leblebi tabağı onun yanındaki yerini alır. Vagonun yarı açık penceresinden onu hala hayranlıkla izleyen halkına bakar, ilk göz göze geldiğine sorar. Senin adın ne bakalım? Yanıt gelir: Ali, paşam. Keyifle gülümser, kadehini havaya kaldırır, o zaman bu kadeh senin şerefine olsun, Ali, der. Yanıbaşında onun halkıyla kurduğu bu özel bağı, her şeyini insanlarıyla apaçık paylaşmasını izler küçük çocuk. Sıra ona da gelir, adını sorar Atatürk. Çekinerek, Hanri, der. Memnun oldum, diyerek başını okşar Paşa. Ama ona neden senin adın da Ali, Mehmet, Ahmet değil demez, isminin Hanri olması onun için hiçbir şeyi değiştirmez. Bu sırada küçük çocuk, dayanamayıp Paşa başkaları ile konuşurken ceplerini onun leblebisi ile doldurmuştur. Çünkü 1937 Türkiye’sinde herkes fakirdir ama herkes eşit fakirdir. Kimsenin bir diğerinden fazlası, özenilecek bir yanı yoktur. Bu eşitlik onları aynı idealin peşinden, inandıkları liderin izinden götürür. O vakitlerin Türkiye’sinde zaten evlerde tek bir konu vardır konuşulan; Atatürk. O leblebilerin ağırlığını bir ömür taşır küçük çocuk.

Hanri Benazus artık 90 yaşında ama 7 yaşında tanıştığı Atatürk’ü ve onun neden senin adın Hanri, diye sormamasını hiç unutmadı. “Ben Atatürk’ün sormadığı o soru ile Türk olmanın ne demek olduğunu öğrendim. Bir avuç leblebinin borcunu belki ödeyebilirdim ama bu dersin bedelini ödemem mümkün değil, bu yüzden ömrümü Atatürk’ü ve onun hayalindeki Cumhuriyet’i anlatmaya adadım.”, diye anlatıyor gönül borcunu. Benazus’tan Mustafa Kemal’i dinlemek büyük ayrıcalık. Gazi’nin iki büyük zaafı vardı, bir çocuklara bir de Mehmet’çiğe kıyamazdı, diye anlatıyor ve ekliyor, Sivil hayatında kan gördüğünde fenalaşan, kurban kesildiğinde bakamayan bir adamdı Atatürk. Böylesi hassas yanları olan bir adamın savaştaki üstün başarısına bakar mısınız? Tam da bu noktada araştırmacı-yazar Yaşar Aksoy, bize Türklüğün ne olduğunu hatırlatıyor. “Türk olmak bir ulus olmak için gereklidir. Atatürk, Ne Mutlu Türküm Diyene, sözünü öylesine seçmemiştir. Onun arkasında, Türkçe, Türk İnkılabı, Türkiye, Türk Bayrağı, vardır. Kısacası bir ulus hayali vardır, bazılarının şimdilerde hayal ettiği gibi bir federasyon devleti değil.”, diye belirtiyor.

O dönemin Türkiye’sine baktığımızda çok özel insanlar görüyoruz. Örneğin, İzmir’de ilk kurşunu atan Gazeteci Hasan Tahsin’in Sorbonne mezunu olduğunu ve 6 dil bildiğini duymuş muydunuz? Mustafa Kemal’in yanında savaşan, onunla aynı ülkünün peşinde koşan insanların bazıları özel eğitimliydi, bazıları da Aydın’ın efelerinde olduğu gibi, dağları ve gerilla savaşını iyi bilen ama Atatürk olmasa bu savaşta yer almayı düşünmeyecek insanlardı. Bana sorarsanız, Atatürk’ün liderliğinin gücü burada yatıyor, bu kadar birbirinden bağımsız, birbirine benzemeyen grubu, Ya İstiklal Ya Ölüm, cümlesinin ardında birleştirip kazanılması mucize gibi gözüken bir savaşı farklı cephelerde adım adım kazanmasıdır. Çiğil Tepeyi, 30 dakikada alacağının sözünü Atatürk’e verip 40 dakikada alınca, intiharı seçen Albay Reşat bey gibi onurlu askerlerin kanıyla, şerefiyle alındı bu topraklar. Onları, bu asil ruhları mümkün olduğunca sık anmalı, ulus olmanın anlamını çocuklarımıza anlatmalıyız. Bu vatan kolay kazanılmadı, bir kadın olarak şu an bu satırları yazabiliyor, özgürce nefes alabiliyorsam, ülke yönetiminde sözümün bir hükmü varsa, bunu o yüce insanlara borçlu olduğumu biliyorum ve bu borç ancak ülkeye hizmetle ödenir. Tıpkı bir avuç leblebinin gönül borcu gibi, bizim de Cumhuriyet kadınları olarak büyük bir sorumluluğumuz var.