“The mediumis the massege” Kanada’lı iletişim kuramcısı Marshall Mc Luhan’ın ünlü teorisi… Buraya geleceğim.

-Türkiye’de neden “iyi” sinema/dizi yapılamıyor- sorunsalını mütemadiyen tartışır film sektörü… İlker Canikligil, “Bunu en iyi Anglo Saksonlar yapar. Çünkü bizde ‘birey önemli değildir, topluluk önemlidir’ anlayışı hakim.” diyor. Katılıyorum sevgili hocamıza… Sinemanın atalarından birisi olan resim sanatına baktığımızda Avrupa’da, özellikle Rönesans’tan sonra resim sanatının çok geliştiğini görüyoruz. Leonardo da Vinci’nin insan anatomisini, neredeyse hekim seviyesinde inceleyerek, anatomik insan yapısını muhteşem bir şekilde resmettiğini biliyoruz. Bizde ise yüzyıllarca resim ve heykel yaptırmak, şirke girileceği gerekçesiyle yasaktı. Birkaç Osmanlı padişahının tablosu dışında resim sanatı tarihimizde yer bulamadı. Bizim minyatür sanatımız vardı. Editoryal belge niteliğinde, o dönemdeki bir takım önemli olayları görsel olarak belgelendirmek amacıyla yapılıyordu. Bu sanat, bireye değil orada bulunan topluluğa ve yaşanılan olaya odaklanıyordu. Bu da bize gösteriyor ki “bireycilik” bilgisine sahip bir geçmişimiz yok maalesef…

Nedir bu bireycilik? Edebiyatçı Any Rand’ın, objektivizmi (bireycilik) ilk defa kaleme almasıyla literatüre giriyor. Daha sonra psikiyatri alanına ilham oluyor. Any Rand için kapitalizmin sözcüsü olduğu da söyleniyor, günümüzde onun yanlış anlaşıldığı da iddia ediliyor. Bireycilik; kişinin objektif bir şekilde kendisiyle senkronize olup kendini, bedenini (özellikle beyninin çalışma sistemini) tanıyıp, kendine ve bütüne (topluma) hizmet etmek için bu bütünün değerli bir parçası olduğu farkındalığına gelmesidir. Bu bütünün içinde bireysel haklarının bilincine sahip olarak yaşama halidir.

Bireysel bilincin önemini ortaya koyan ve bu konuda özellikle kadınlar için devrimler yapan Mustafa Kemal’e minnettar olduğumu buradan da tekrar söylemek isterim. O, sağlıklı bir toplumun, bireysel bilince sahip kişilerden oluşacağını gayet iyi biliyordu. Kitle iletişim araçlarının gelişmesiyle de bireysellik bilinci, toplumumuzda gelişmeye başlamıştı. Ancak 20 yılda ilerleme değil gerileme yaşıyoruz maalesef... Hatta; “Cebinde telefonun var ya daha ne istiyorsun? Ekmek yiyerek karnını doyurabiliyorsun ya daha ne bekliyorsun” seviyesine/seviyesizliğine geldi. Tam da bunlar tartışılırken Cumhur Başkanımızın sözleri, güneş gibi doğdu hayatımıza… “Dünyayı gezin, demli bir çay içmenin, aromalı bir kahve içmenin keyfine varın.” Bu sözleri dinlerken, kendimi dünyanın en değerli insanı gibi hissettim. Bu romantizmi yaşarken, birden kendi gerçekliğim çarptı yüzüme… Bırak dünyayı dolaşmayı, bir bardak çay içerken, “İçim kıyıldı bir de poaça söylesem kaç para hesap öderim” şeklindeki yaşam pratiğimle yüz yüze gelmek canımı fena acıttı, bu bütünün içinde yaşayan milyonlarcası gibi…  

Marshall Mc Luhan’ın teorisini tekrar düşünelim. “Taşıyıcı ortam mesajın kendisidir.” Açlık, yoksulluk, değersizlik seviyesinde yaşamak zorunda kalan milyonlarca insana sesleniyorum; “Açsak, yorgunsak ve al kan içindeysek ve hala şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak, -kabahat senin demeye dilim varmıyor ama- kabahatin çoğu senin canım kardeşim! Bireysel olarak haklarının neler olduğunu bilmek ve talep etmek, yaşam hakkındır!